27 Aralık 2012 Perşembe

Köklerle Göz Göze: Dağ Gorilleri...



Milli Park girişinde rehberlerimiz ile yaptığımız hazırlık toplantısının üzerinden tam 4 saat geçti. Önceki gün yağan yağmurun etkisiyle yumuşamış toprak zeminde saatlerdir yürüyor olmanın zorluğu yetmezmiş gibi çoğu zaman rehberlerin yoğun bitki örtüsü içinde palalarıyla açtığı patikalardan eğilip bükülerek geçmek zorunda kalıyoruz. Yürüyüşümüze Volkanlar Milli Parkı (Parc National des Volcans) sınırının yer aldığı 2500 metre yükseklikte başladık, 3000 metreye doğru ilerliyoruz ve irtifadaki artış her geçen dakika nefesimizi biraz daha kesiyor. Bütün bu zorluklara rağmen mis gibi toprak kokusu, aldığımız her nefeste adeta nektarını içimize çektiğimiz çiçekler, yolumuz üzerinde karşılaştığımız onlarca tür kuş ve memeli hedefimize giden yolda bizi motive ediyor.

Volkanlar Milli Parkı ormanı // Canon 5d Mk II + Canon 24-105 mm f4.0

Hava çok sıcak değil ama yağmur ormanının içi oldukça nemli ve zaman zaman durup dinlenmemiz, özellikle irtifa ile başa çıkabilmek için bolca sıvı tüketmemiz gerekiyor. 8 kişilik ekibimize ikisi silahlı 3 rehber ve eşyalarımıza yardım etmek için de 8 taşıyıcı (porter) eşlik ediyor. Silahlı rehberlerin yanımızda olma sebebi yağmur ormanında yaşayan ve yürüyüşümüz esnasında karşı karşıya gelmek istemeyeceğimiz Afrika orman fili (Loxodonta cyclotis) ve Afrika orman bufalosu (Syncerus caffer nanus) tehlikesine karşı ekibimizi korumak.

İkiz göller - Rwanda // Canon 5d MkII + Canon 24-105 mm f4.0

Aralıksız yürüdüğümüz bir yarım saatin ardından arkadan gelen “duralım” sesiyle en öndeki rehber grubu durduruyor ve tek tek herkes molaya hazırlanırken taşıyıcım beni iterek “durmayın, devam edin” diye bağırıyor. Az sonra anlıyoruz ki durmak istediğimiz yer oldukça büyük bir ateş karıncası kolonisinin harıl harıl çalıştığı yol üzerinde. Ateş karıncaları rahatsız edilip tehdit algıladıkları zaman oldukça agresif karşılık veren, ısırıkları da son derece acı verici olan bir karınca türü. Bu maceraya bir de karınca saldırısı eklemek istemediğimiz için biraz daha devam edip güvenli bir yerde mola veriyoruz.

Ekip dinlenip su içerken grubun liderliğini yapan rehberimizin telsizi canlanıyor ve kısa bir diyalogun ardından bize dönerek “Gorilleri bulduk, 5 dakika mesafedeler” diyor. Herkesin heyecanı yüzünden okunuyor ve çabucak toparlanarak yola koyuluyoruz. Aldığımız haberin yarattığı sevinç ile artık parkta yürüyormuşçasına rahat yol aldığımız yoğun ormanda ilerlerken aniden duruyoruz. Rehberlerimiz sessiz olmamızı ve sadece fotoğraf makinelerimizi alarak kalan tüm eşyalarımızı taşıyıcılarımızın yanında bırakmamız gerektiğini söylüyor. Sessizce hazırlanıp, suyumuzdan son bir yudum alarak rehberimizin arkasında yerimizi alıyoruz.

Dağ gorilleri // Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

Yaklaşık 50 metre yürüdükten sonra bir anda gökyüzünün mavisi ile karşılaşıyoruz. Yağmur ormanının içindeki ufak açıklıklardan birindeyiz ve Umubano goril ailesi tam önümüzde duruyor. Nefesimizi kesen artık yükseklik değil, nesli tehlike altındaki dağ gorillerine (Gorilla beringei beringei) doğal ortamında 5 metre mesafede olmanın verdiği heyecan…

Virunga dağ silsilesinin Kongo tarafında (Virunga Milli Parkı), Uganda tarafında (Mgahinga Milli Parkı) ve Rwanda tarafında (Volkanlar Milli Parkı) olmak üzere yaklaşık 750 birey dağ gorili yaşıyor. Bizim tırmandığımız Rwanda tarafı oldukça dağlık bir bölge ve “Bin tepeler diyarı - Land of a thousand hills” adını fazlasıyla hak ediyor.

Mgahinga Yanardağı - Uganda // Canon 5d MkII + Canon 24-105 mm f4.0

Dağ gorillerinin günümüzde bu kadar az kalmış olmalarının en büyük sebepleri kaçak avcılık ve habitat kaybı. Tarım arazisi açmak için kesilen ormanlar geniş bir alana ihtiyacı olan goril ailelerinin küçük bir alanda sıkışmasına sebep olmuş, bağlantısı kesilen ormanlar yüzünden erişkinliğe adım atan genç erkekler ailelerinden ayrılıp yeni yaşam alanı bulamamış, bir de bütün bunlara bölgeye yıllarca hakim olan politik istikrarsızlık ve iç savaşlar eklenince dağ gorillerinin sayısı oldukça azalmış. Ancak günümüzde yapılan doğa koruma ve bilinçlendirme çalışmaları sonucunda oluşan farkındalık ve eko-turizmden sağlanan gelir sayesinde dağ gorilleri mevcut durumlarını koruyup yavaş da olsa sayıca artıyorlar.

Gümüşsırt (Silverback) // Canon 5d Mk II + Canon 70-200 mm f2.8 IS

İzlediğimiz grubun lideri Charles isimli gümüş sırt (silverback) yüz üstü uzanmış yatıyor, genç kardeşler ve bebekler de hemen babalarının yanında oyun oynuyorlar. Taklalar atan, alt alta üst üste güreşen gençler gümüş sırt tarafından zaman zaman sesli olarak uyarılıyorlar. İnsanların gorillere 7 metreden daha fazla yaklaşması yasak. Bu yasağın gerekçesi, insandan gelebilecek hastalıklara karşı gorillerin bağışıklığının olmaması, insanda basit bir nezleye yol açacak virüsün gorillerde ölümcül sonuçlar doğuracak olması. Ancak goriller bu yasaktan haberdar değiller ve zaman zaman oldukça yaklaşıyor, hatta meraklı bebekler ayakkabılarımıza, fotoğraf makinelerimize dokunmaya çalışıyorlar. İnsanlara çok yaklaştıkları zaman gümüş sırttan veya annelerinden gelen uyarının şiddeti artıyor, kısa bir süre için de olsa yavru goriller geri çekiliyor.

Eylül 2010'da BBC Wildlife Magazine'de "Editors Photo of the Month" seçilen fotoğrafım
Canon 5d Mk II + Canon 70-200 mm f2.8

Bir süre sonra gümüş sırt homurdanarak pozisyon değiştiriyor ve sırt üstü yatıyor. Tam o sırada karşımızdaki çalılıkların arasından sırtında 4 aylık yavrusuyla erişkin bir dişi çıkıyor ve diğer gorillerin yanına gelir gelmez yavrusu sırtından atlayarak kardeşlerinin oyununa katılıyor. Yavrusunu kardeşlerine emanet eden anne yanımıza yaklaşıyor ve son derece uysal bakan kahverengi gözlerini gözlerime kilitliyor. O anda fotoğraf çekmeyi bırakıp ben de ona bakıyorum. Gorilin bakışları anlam yüklü, içime işliyor. Sanki benim ne olduğumun farkında ve kendisiyle aramda bir tür bağ kurmaya çalışıyor. Bu nazik devin yumuşak ve sorgulayan bakışları karşısında kendimi insanlık adına hesap vermek zorunda hissediyorum; duvarlarımızı süslemesi için acımasızca öldürdüğümüz akrabaları için, onu neredeyse evsiz kalmanın eşiğine getiren orman katliamları için,  kendi konforu uğruna onun yaşamını elinden alan bencil “insanlık” için özür dilemek istiyorum.

Dağ gorili ve yavrusu // Canon 40D + Canon 400 mm f5.6

Düşüncelere dalmış, hayatımda gördüğüm en güzel manzarayı seyrederken rehberimiz 5 dakikamız kaldığını bildiriyor. Gorilleri bulduktan sonra onlarla geçirilecek süre 1 saat ile sınırlandırılmış. Gorillerin günlük rutinini bozmamak, insanlarla etkileşimlerini kontrol altında tutabilmek için bu kurala mutlaka uyuluyor.

Son karelerimi almak için yeniden fotoğraf makinemi elime aldığım sırada gümüş sırt bir şeylerden huzursuz oluyor ve yüksek sesli homurtular çıkartmaya başlıyor. Rehberimizden bu seslerin ne olduğu konusunda açıklama almayı beklerken, 240 kiloluk dev yattığı yerden fırlayarak üzerimize koşuyor. Dağa tırmanmadan önce gorillerin yanında nasıl davranacağımız ile ilgili bilgi alıp provasını yapmıştık. Dolayısıyla rehberin “Oturun!!!” uyarısını almayı beklemeden olduğumuz yere çöküyoruz. Bu bir gösteri saldırısı; ancak yine de temkinli olmakta fayda var çünkü gümüş sırt, bölgesini ve ailesini tüm tehlikelere karşı cesurca koruyan, iri bir insandan 3 kat daha büyük ve kuvvetli bir lider.

Üzerimize hamle yaptıktan sonra homurtularının şiddeti yavaş yavaş azalıyor ancak hala ayakta ve bizi izliyor. Oturduğumuz yerde kafamız önde, göz temasını kesmiş bir şekilde Charles’ın rahatlamasını bekliyoruz. Fotoğraf çektiğim için saldırı anında en önde kalıyorum ve 2 metre solumdaki gümüş sırtın kokusunu alıp adeta nefesini yüzümde hissediyorum. Bir ara kafamı kaldırıp baktığımda gördüğüm tek şey gümüş sırtın her biri bacağım kalınlığında simsiyah tüylü kolları oluyor.

Umubano ailesi lideri Charles // Canon 5d Mk II + Canon 70-200 mm f2.8 IS

Yaklaşık 4 dakika oturduğumuz yerde çakılı kaldıktan sonra gümüş sırtın ses tonu değişiyor ve rehberimiz, Charles’ın sakinleştiğini, ailesine “sorun yok” sinyalini verdiğini ve oturduğumuz yerden ayağa kalkmadan fotoğraf çekmeye devam edebileceğimizi söylüyor. Olduğum yerde gümüş sırtlı deve doğru dönerek 1-2 kare fotoğrafını çekiyorum. O anda makinemde geniş açılı lensim takılı olmadığı için hayıflanırken Charles ağır adımlarla üstümüze geliyor, bana ve hemen sağımda duran rehberimize sürtünerek yanımızdan geçip tam arkamıza oturuyor. Rehberimiz yavaş adımlarla ve ayağa kalkmadan uzaklaşmamız gerektiğini söylediğinde, kalbim dışarıdan duyulacak kadar hızlı ve şiddetli çarpıyor. Ekibimizin diğer üyeleriyle birlikte rehberin gösterdiği yere geçince artık ayağa kalkabileceğimiz söyleniyor ancak yaşadığımız heyecan dolu dakikaların ardından titreyen bacaklarımızın üstünde ayağa kalkmamız biraz vakit alıyor.

Dağ gorili // Canon 40D + Canon 400 mm f5.6

Bir gün gibi geçen bir saatin ardından gorillerin yanından ayrılmamız ve dağdan inişe geçmemiz gerektiği bilgisi geliyor rehberimizden. Son bir kez göz göze geldikten sonra Umubano ailesini kendi halinde bırakıp, hayatımız boyunca unutmayacağımız anılarla dönüş yoluna koyuluyoruz. Eşyalarımızı bıraktığımız noktaya geri dönerek taşıyıcılarımızla buluşuyoruz ve ilk iş olarak kana kana su içiyoruz.

Rehberimiz herkes hazır olduktan sonra yürüyüşe başlıyor. Yaklaşık 2 saat süren yürüyüş daha kısa olmasına rağmen en az tırmanış kadar zor geçiyor. Çamurlu zeminde yokuş aşağı inerken kaymamak için yürüyüş sopalarımıza, ağaç dallarına ve yoğun bitki örtüsüne sıkı sıkı tutunuyoruz. Tırmanışın aksine inişte kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Zaman zaman arkama dönüp bakıyorum ve herkesin ağzı kulaklarında, az önce yaşadıklarımızı düşünüyor. Çok az insanın görme şansı yakaladığı bu muhteşem yaratıkları görmüş olmakla kalmayıp oldukça heyecan verici anlara tanıklık etmenin mutluluğunu yaşıyoruz.

Ruanda: Bin tepeler diyarı (Land of a thousand hills) // Canon 5d MkII + Canon 24-105 mm f4.0

7 saat önce yürüyüşe başladığımız Milli Park girişine geldiğimizde araçlarımızı bizi beklerken buluyoruz. Şoförümüz tırmanışın nasıl geçtiğini sorduğunda dönüp az önce tırmandığımız dağa ve içinden çıktığımız yağmur ormanına son bir kez bakıyorum. Dağ gorilleriyle ilk defa göz göze geldiğimde hissettiklerimi kolay kolay açıklayamayacağım için “Çok iyi geçti, harika bir deneyimdi.” diye cevap veriyorum. Kalbimin ve aklımın bir kısmının burada kalacağını, ilk fırsatta mutlaka bu muhteşem coğrafyaya tekrar geleceğimi henüz sadece ben biliyorum...

Köklerle göz göze... // Canon 5d Mk II + Canon 70-200 mm f2.8 IS



2 Aralık 2012 Pazar

Makedonya'nın "incisi" Ohrid


Makedonya'nın güneyinde yer alan Ohrid Gölü uzun süredir ziyaret edilecek yerler listemdeydi. Hazır arabayla Yunanistan turu yapıyorken burayı da aradan çıkartmak istedim ve Selanik'ten sonraki durağımı Ohrid olarak belirledim. Selanik dışına çıktıktan sonra uzun süre otobandan devam eden yolda önce Kozani, daha sonra Florini tabelaları takip edilerek Makedonya'ya doğru gidiliyor. Florini'den itibaren zaten Bitola (Türkçesiyle "Manastır") ve FYROM (Former Yugoslav Republic of Macedonia - Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti) tabelaları sıklıkla görülüyor.

Gümrük geçişinde Yunanistan tarafı tamamen yenilenmiş ancak bunu anlamak biraz zaman alıyor. Girişinde "gümrük" tabelalarının olduğu, ancak tamamen terk edilmiş, kovboy filmlerindeki vahşi batı kasabalarını andıran bir yerleşke çıkıyor karşıma. Biraz ilerleyip ufuktaki Yunan bayraklarını görünce durumu anlıyorum ama burayı görüp geri dönen oluyorsa da hiç şaşırmam. Modern ve yeni binaların olduğu yeni gümrükte pasaportum dışında hiç bir evraka bakılmadan, hiç bir soru sorulmadan çıkış işlemleri yapılıyor. Makedon gümrüğüne geldiğim anda ise terk edilmiş Yunan gümrüğünün aynısı, fakat terk edilmemişiyle karşılaşıyorum. Eski ve yıpranmış binalar, ama güler yüzlü ve Türkçe bilen görevliler... Plakayı, sigorta evraklarını ve pasaportları kontrol ederken bize "komşu" diye hitap ederek Makedonya'da ne yapacağımızı, ne kadar kalacağımızı, Türkiye'de nerede oturduğumuzu soruyor ve kısa bir sohbetin ardından giriş işlemlerini tamamlayarak evrakları geri veriyor.


Makedon kedisi :) // Canon 5d Mk II + Canon 24-105 mm f4.0

Makedonya tarafına geçtiğim anda binalarda, çevrede dramatik bir değişime tanık oluyorum. Eski ve bakımsız binalar, daha düzensiz yerleşimler, yol kenarındaki çöpler dikkati çekiyor. Yunanistan'dan çıkarken çiselemekte olan yağmur, Bitola'ya (Mansatır) girişimle birlikte hızlanıyor. Manastır herhalde herkesin adını tarih derslerinden hatırladığı bir yerdir. 1395 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiş olan Manastır'da Rumeli Eyaleti'ne bağlı Ohrid Sancakbeyliği kurulmuş. Uzun süre Türklerin ağırlıkta olduğu bölgenin asıl halkı Slav kökenli. Şehrin çok içine girmeyip etrafından dolaşıyorum ancak Evliya Çelebi, seyahatnamesinde burası için "En güzel Rum ili" dediğine göre şehir (en azından o dönemde) oldukça güzel olmalı.

Bitola'yı arkamda bıraktıktan sonra bir süre ufak köylerin, büyük elma bahçelerinin içinden geçiyorum ve muhteşem sonbahar manzaraları eşliğinde Ohrid'e doğru yol alıyorum. Bitola Ohrid arası sadece 45 km ancak yol çok virajlı, kimi zaman oldukça yokuşlu ve dar. Dolayısıyla yavaş ilerleniyor ve 1.5 saat civarında sürüyor. Zaten bu kadar güzel manzaraların yanından geçerken hızlı gidip keyfini çıkartmamak doğru olmaz.


Saint Naum heykeli // Samsung Galaxy S2

Hakkında çok şey okuduğum, onlarca fotoğrafını gördüğüm Ohrid'e vardığımı hem Kiril hem Latin harfleriyle yazılmış kocaman "OHRID" tabelası sayesinde fark ediyorum. Tabeladan sonra yaklaşık 10 km gitmiş olmama rağmen hala binaların, işyerlerinin, bankaların olduğu, eski doğu bloku ülkelerini andıran bir şehir Ohrid. Orta Çağ'daki halinde kalmış, UNESCO Dünya Mirası Alanı olan eski şehir bu yollardan geçerken bir türlü gözümde canlanmıyor. Bir süre daha gittikten sonra önce tepede kaleyi, daha sonra da tam karşımda gölü görünce biraz rahatlıyorum. Eski şehrin içinde konaklayacağım mekanın sahibi Bay Jovan ile buluşma noktama varıyorum, onu da alarak benim hayatta bulamayacağım ara yollardan geçerek Villa Jovan'a geliyorum. Aracımı yüzlerce yıl önce sadece at arabalarının geçtiği iri taşlı yola park ettikten sonra geleneksel bir Ohrid evi olan, 6 odalı Villa Jovan'a yerleşiyorum.


Ohrid manzarası // Canon 5d MkII + Canon 24-105 mm f4.0


Villa Jovan, içi tamamen ahşap, dışı ise ahşap - taş karışık, tipik bir Ohrid evi. Odalar küçük ama son derece yeterli, ısıtma ve soğutma için kliması, televizyonu, 24 saat sıcak suyu var. Ev sahiplerine de değinmeden edemeyeceğim. Gerek Bay Jovan, gerekse eşi konaklamamız boyunca çok ilgilendiler. Özellikle Bayan Jovan memnun edebilmek için parçalandı diyebilirim. Her sabah inanılmaz bir kahvaltı sofrasına uyanıp, kendi pişirdiği birbirinden lezzetli kekleri, börekleri, yine kendi yaptığı reçelleri afiyetle yedik. Sanki bir otelde değil de, evlerinde misafirmiş gibi ağırlandık. 

Ekim ayının sonu olmasına rağmen hava yaz günlerini aratmıyor. Haftalık hava raporu yağmur geldiğini bildirdiği için ilk iş olarak göl turu yapıyorum. Ohrid'in ufak limanında hem büyük gruplar için, hem de 2-3 kişi için gezi tekneleri mevcut. Grup turlarının bazılarının akşamüstü, bazılarının da yarın kalkacağını öğrenince hemen 20 Euro'ya 1.5 saat için bir tekne kiralıyorum.


Saint John Kilisesi // Canon 5d MkII + Canon 24-105 mm f4.0


Ohrid Gölü'ne açıldığım zaman ilk dikkatimi çeken şey ucu bucağının olmayışı: yüzölçümü 358 km2, havzası 2600 km2. Zaten yerel halk buraya "Ohrid Denizi" diyor. En derin yeri 288 metre olan göl, dünyanın en derin gölleri olan Baykal ve Tanganyika Gölleri gibi inanılmaz bir endemik (oraya has) canlı ve bitki çeşitliliğine sahip. Gölde çıplak gözle ve her yerde görülebilen kuşlar ise küçük karabatak, küçük batağan, kuğu, sakarmeke, yalıçapkını ve karabaş martı. Tekne ile gezerken suya baktığımda hemen hemen her yerde dibi görebiliyorum. Ohrid Gölü'nün suyu gerçekten çok berrak.


Kuğu ve Ohrid // Canon 5d MkII + Canon 24-105 mm f4.0

Gölde gezerken eski şehri çevreleyen surlar, kiliseler ve tarihi evler oldukça güzel görünüyor. Limanın bulunduğu koyun doğu yakasındaki tepede ise büyük bir malikane bulunuyor. Burası zamanında Tito'nun malikanesiymiş ve şu anda devlet misafirhanesi olarak kullanılıyormuş.

Gelelim eski şehire... Ohrid arkeolojik bulgular işaret ettiği üzere Avrupa'nın en eski yerleşimlerinden biri. Ancak bugün gördüğümüz haliyle şehir 7. ve 19. yüzyıllar arasında inşa edilmiş. Bizans zamanında şehir o kadar büyük önem kazanmış ki, Ortodoks Hristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiş. Evliya Çelebi seyahatnamesinde burada her gün için bir tane, yani 365 tane şapel olduğundan bahsediyor. Şu anda bu kadar yüksek miktarda olmasa da yine çok sayıda kilise mevcut. Bu kiliselerden en önemli ve eskilerinden bir tanesi de Sveti Sofia (Sveti = Saint = Aziz). Denize bakan tepede inşa edilmiş olan büyük kilisede 9, 10 ve 11. yüzyıllarda yapılmış harika freskler mevcut. Bunlar dünyanın o döneme ait en iyi korunmuş freskleri. Ohrid Osmanlı hakimiyetine girdiği zaman bu kilise camiye çevrilmiş ancak çok büyük değişiklik yapılmadığı için daha sonra eski haline çevirmeleri kolay olmuş. Eski şehrin tamamını yürüyerek gezmek gerekiyor. Hem her yol araba trafiğine açık değil hem de şehrin eski binalarını, taş yollarını özümseyebilmek için tadını çıkartarak yürümek gerekiyor. 


Eski şehrin taş yolları // Samsung Galaxy S2


Ohrid'de yemek ve alışveriş için bir çok seçenek mevcut. Göl kıyısında kafeler ve restoranlar, eski çarşının içinde bir çoğu Türkçe tabelalı "köfteci", "tavuk çevirme", "çay evi" gibi bir şeyler yiyip dinlenilebilecek mekanlar, buraya özgü sedef ve inci ağırlıklı takılar satan dükkanlar eski pazar civarında görülebilir. Ohrid'in sedef ve incilerinin çok kaliteli ve uygun fiyatlı olduğu söyleniyor. İnci satan bir çok dükkanda Türkçe konuşuluyor. 

Ohrid'de kaldığım 3 gün boyunca bir çok restoranda yemek yedim; kaliteleri makul olsa da hiç biri kayda değer değildi. Ancak belirtmem gerekir ki göl kıyısındaki bir restoranda pek dokunmadığımız bir yemeği niye yemediğimizi sorduklarında "beğenmedik" dememiz üzerine sorgusuz sualsiz masadan kaldırıp hesaba da eklememeleri büyük bir jestti.


Saint Sofia Kilisesi // Samsung Galaxy S2

Ohrid'in güneydoğusunda göl kıyısını takip ederek ulaşılabilecek Sveti Naum'da (Arnavutluk sınırı) bir manastır mevcut. Ohrid'e 35 km mesafedeki bu manastırı ve özellikle de buraya giden yolu şiddetle tavsiye ederim; muhteşem.

Ohrid'den ayrılırken bastıran sağanak yağmur ile birlikte son durak olan Kastoria (Yunanistan) Gölü'ne doğru yola çıkıyorum. Otelden ayrılırken Bayan Jovan neredeyse arkamızdan su dökecek; valizlere yardım edip sarılarak uğurluyor.


Ohrid'de bir ev kapısı // Samsung Galaxy S2

Yunanistan gümrüğüne kadar geldiğim yolu takip ederek gümrükten 5 dakikada geçtikten sonra Yunanlıların dahi pek kullanmadığı dağ yollarını tercih edip Kastoria Gölü'ne yola çıkıyorum. Dağ yolları yolculuğumu tam 2 saat uzatıyor ama manzaraları gördükten sonra 5 saat uzatacak olsa da yine bu yolları tercih ederdim...

Sonraki yazı: Kastoria Gölü, Alexandroupoli ve Türkiye'ye dönüş...