29 Aralık 2013 Pazar

Boynuz...



Serin bir Afrika gecesiydi. Bulutsuz gökyüzünde tüm yıldızlar sayılıyor, yarım ay uçsuz bucaksız düzlükleri aydınlatmaya fazlasıyla yetiyordu. Zaman zaman uzaklardan duyulan sırtlan sesleri melodik baykuş ötüşlerini bastırıyor, ağustos böceklerinin kulak çınlatan sesleri sonsuzluğa yankılanıyordu. Siyah gergedan sıcak geçen gün boyunca dinlenmiş, akşam serinliğinden istifade otlamaya çıkmıştı. Devasa cüssesine inat,  arada sırada bastığı kuru dalların çıtırtısı dışında tamamen sessiz ilerliyordu karanlıkta.

Beyaz gergedan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Afrika’da gece yırtıcılara aitti. Güneş batıp zamanın yeni hakimi karanlık olduğunda aslanlar, leoparlar ve sırtlanlar tüm hayvanların korkulu rüyası oluyordu. Ama gergedan kendinden ve gücünden emindi; onu alt edebilecek doğal bir düşmana sahip olmadığı için sessiz gecede sakince ilerliyordu.

Düzlükler kralı aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Su birikintisinin başına geldi gergedan. Yediği onca otu ve yaprağı sindirebilmek için kana kana su içmesi gerekiyordu. Normalde antiloplar ile çevrili birikinti bu gece boştu ve çok sakindi. Gözleri iyi görmediği için detay seçemiyordu gergedan ama tam suya eğilirken tanımadığı bir koku aldı, ardından da belli belirsiz bir ses duydu. Kokuyu seçebilmek için kafasını kaldırıp öne uzattı, uzakları kokladı ama henüz tepki veremeden iki el silah patladı. Refleks ile arkasını dönüp koşmaya başladığı anda yine silah sesleri yankılandı gecede. Henüz üç dört adım atamamıştı ki gergedan olduğu yere yığıldı. Kalbine ve ensesine isabet eden kurşunların açtığı yaralardan ve ağzından kan boşanıyor, hızla nefes alıp verdikçe ölüme bir adım daha yaklaşıyordu. Başına gelenleri anlayamadı; son nefesini almak için çabaladığı esnada etrafında beliren insanları gördü sadece. Elinde testere olan adam gergedanın yüzüne doğru eğildi. Gergedanın son gördüğü manzara gözlerinden nefret ve hırs fışkıran bu adam oldu. Nefesi durdu ve gözleri kapandı gergedanın. Silah seslerinin yankısı henüz geçmemişti…


2013 yarın bitiyor ve herkesin temennileri benzer: sağlık, mutluluk, başarı, para vs… Tüm yıl yaşanan sorunlara, üzüntülere, olumsuzluklara rağmen büyük küçük herkesin yüreğine umut dolduran bir dönemde niye bu yazıyı yazıyorum? Çünkü maalesef 2013 senesi içinde yukarıda anlattığım sahne sadece Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 688 kez yaşandı.

Gergedanın dünya üzerinde beş farklı türü bulunuyor ve tüm türlerin toplam nüfusu 23 bin birey olarak tahmin ediliyor: Tek Boynuzlu Hint Gergedanı (2950 birey kaldı, Hindistan ve Nepal’de yaşıyor, durumu kritik), Sumatra Gergedanı (200 birey kaldı, sayısı en hızlı azalan gergedan türü, Endonezya ve Malezya’da yaşıyor, durumu kritik), Beyaz Gergedan (14500 birey kaldı, Afrika’nın doğusu ve güneyinde yaşıyor, Kongo’da tamamen yok oldu, ciddi tehdit altında), Java Gergedanı (50 bireyden az kaldı, Endonezya’da yaşıyor, soyu tükenmek üzere, Vietnam’da tamamen yok oldu), Siyah Gergedan (4860 birey kaldı, Afrika’nın doğusu ve güneyinden yaşıyor, durumu kritik).

Tek boynuzlu Hint gergedanı // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5dMkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Gergedanlar öldürülüyor çünkü maalesef işin ucunda çok büyük bir ekonomik çıkar yatıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu sene içinde yapılan bir operasyonda Çin’e gönderilmek üzere paketlenen 34 adet gergedan boynuzu ele geçirildi. Bu boynuzların ticaretini yapmaktan yakalanan 7 kişinin evinde toplam 1 milyon dolar nakit para ve yaklaşık 1 milyon dolar değerinde de külçe altın ele geçirildi. Her sene öldürülen gergedan sayısı düşünüldüğünde pazarın büyüklüğü ortaya çıkıyor. Peki bu ekonomik değer nasıl ortaya çıkıyor?

Gergedan boynuzu uzun süredir Uzakdoğu ülkelerinde geleneksel ilaç yapımında kullanılan bir madde. Günümüzde modern tıp teknikleri sayesinde artık birçok ülkede boynuzun kullanımı terk edilmiş durumda ancak Çin’de cinsel gücü arttırdığına inanılan karışımların içinde hala kullanılıyor. Ancak kaçak avcılığı körükleyen en büyük talep kanser ilaçlarında gergedan boynuzu tozu kullanılan Vietnam’dan geliyor. Aslında Vietnam’da gergedan boynuzunun alımı da satımı da yasadışı ama bu o kadar büyük bir pazar ki, ne yazık ki yasa dışı ticarete engel olunamıyor.

Habitat kaybı çita nüfusunu olumsuz etkiliyor // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Vietnam’da gergedan boynuzunun kilosu yaklaşık 65 bin Amerikan Dolarından alıcı buluyor. (Kıyaslama açısından, altının kilosu bugün yaklaşık 49 bin dolar.) Uzakdoğu’daki bu milyon dolarlık pazarı besleyebilmek adına bu iş için özel olarak eğitilmiş kaçak avcılar tarafından gergedanlar öldürülüyor. İşin en acıklı tarafı ise gergedan boynuzu insan tırnağı veya saçı gibi büyük ölçüde keratin proteininden oluşuyor ve boynuzun tıbbi olarak kanıtlanmış hiçbir faydası yok.

Fillerin durumu nedir merak ediyor musunuz? Afrika’da toplam 500 bin civarında Afrika fili bulunuyor. Daha doğrusu bulunuyordu çünkü 2013 senesi içinde toplam 22 bin fil kaçak avcılar tarafından öldürüldü. Süs eşyaları ve mobilya yapımında kullanılan ve kaçak olarak elde edilen fildişinin ana talebi Uzakdoğu’dan, çoğunlukla da Tayland’dan geliyor. Ham olarak gelen kaçak malzeme burada işlendikten sonra fildişi içeren ürünler büyük paralar karşılığı tüm dünyadan alıcı buluyor. IUCN ve TRAFFIC’in son açıkladığı raporlara göre ne yazık ki Türkiye de fildişi ticaretinde adı geçen transit noktalardan bir tanesi.

Afrika fili karadaki en büyük memeli // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 400mm f2.8

2013 yılı ülkemiz doğası için de çok parlak bir sene değildi. HES’ler, kesilen ağaçlar, kundaklama sonucu ve yol açmak için yok olan ormanlar gündemimizden hiç düşmedi. En son 40 yıl önce Beypazar’da fotoğrafı çekilen leoparın Anadolu topraklarındaki varlığı yeniden konuşulur olmuştu ki Diyarbakır’da çobana saldıran (?) bir leopar vurularak öldürüldü. Basına yansıyan haberlere göre ülkenin farklı yerlerinde başka leoparlar da öldürülmüş olmalı ki postları yasa dışı yollardan satılırken ele geçirildi. Yine vurularak öldürülen vaşaklar, araba çarpması sonucu ölen karakulaklar ve Türkiye'nin uydu vericili ilk dişi kurdu olan Asena’nın avcılar tarafından öldürülmesi 2013’te basında yer alan haberlerden bazılarıydı.

Kaçak avcılardan nasibini alan dağ gorilleri sadece 700 birey kaldı // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5dMkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

Yeni yılın daha iyi geçmesi için sadece temennide bulunmak ne yazık ki yeterli değil. Eğer yukarıda kısaca özetlediğim tabloyla ilgili bir şeyler yapmak ve 2014’te doğa katliamına dur demek istiyorsak aşağıdaki adımlardan başlayabiliriz:

* Fildişi, kürk ve her türlü yaban hayat kaynaklı eşyayı almaktan vazgeçelim. Doğa katledilerek üretilen ürünler alıcı bulduğu sürece bu katliamın devam edeceğini unutmayalım. Satın almayı durdurup doğal ürünlerin ekonomik bir değer olmasını engelleyelim. Eko turizmi destekleyerek yerel halklara hayvanların canlısının ölüsünden daha değerli olduğunu ispat edelim.

* Etkisini doğrudan hissetmesek de çeşitli ürünler hayvanların habitatları yok edilerek, orman arazileri katledilerek üretiliyor. Özellikle Afrika ve Latin Amerika’da kahve üretimi için açılan tarım arazileri, yapı ve mobilya sektörü ile kağıt üretimi için kesilen ağaçlar ormanda yaşayan birçok canlıyı evsiz bırakıyor. Son dönemde kahve üreticilerinin kutularında yer alan sorumlu tarım ibareleri, kitap basanların kontrollü ormanlardan elde edilen kağıt ile kitabı bastıkları bilgisi ürünlerin üzerilerinde yer alıyor. Tüketici olarak aldığımız ürünün kaynağını ve üretim şeklini kontrol ederek sorumlu üretimi teşvik etmek elimizde.

* Koruma çalışmalarına olabildiğimiz ölçüde maddi ve manevi destek olalım. Birçok uluslar arası koruma örgütü farklı türlerin korunması için evlat edinme programları yürütüyor, çeşitli koruma projeleri için bağış topluyor. Verebildiğiniz desteğin ne kadar küçük olduğu hiç önemli değil, yeter ki destek olun. Bir destek kampanyası için sadece 1 dolara satılan bir bileklik tüm dünyada toplam 1.1 milyon adet satıldı. Eğer vakit bulabiliyorsanız derneklerin, koruma örgütlerinin gönüllü çalışma programlarına katılın. Gönüllü insan gücü doğa korumada çok ihtiyaç duyulan bir unsur.

* Sirkler, hayvanat bahçeleri, yunus parkları günümüzde geçerliliğini yitirmiş, hayvanları tutsak etmekten başka fonksiyonu kalmamış kurumlardır. Buralara giderek bu kurumları desteklemeyin, yayılmalarını teşvik etmeyin. Bu konu başlı başına bir yazı konusu ve sevgili dostum Serkan Mutan’ın linkteki yazısını okumanızı tavsiye ederim: http://www.serkanmutan.com/2013/12/sucsuzlar-hapishanesi.html

* Çevremizi bilinçlendirelim, bilgi paylaşalım, eğitim çalışmalarına katılalım ve gittiğimiz her yerde etrafımıza bilgi aktararak gönüllü birer doğa korumacı olalım. Bir kişiden ne çıkar demeyin; bu mücadelede her birey büyük önem taşıyor.

2014 senesinin tüm canlıların uyum içinde var olarak yaşayabilecekleri aydınlık günler getirmesi dileğiyle…

Habitat kaybı ve zehirleme akbabaları yok ediyor // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Bukalemunlar egzotik hayvan ticareti için doğadan kopartılıyor // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5dMkII + Canon 400mm f5.6

Yılanlar da egzotik hayvan ticaretinin kurbanları // Burak Doğansoysal (c)
Canon SX200 IS

26 Aralık 2013 Perşembe

Denge...



1934 senesinin Ocak ayıydı. İngiliz kolonisinin önde gelen çiftçilerinden olan Nellie Grant sohbet esnasında dostlarına kahvaltıdan sonra tarih yazmayı teklif etti: “Nakuru’da gölün karşı kıyısına yaya olarak geçen ilk insanlar olmaya ne dersiniz?” Göl, tarihinde yaşamadığı kadar büyük bir kuraklığın pençesindeydi.

Gnu leşi // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 17-40mm f4.0

Grant ve arkadaşları gölü yürüyerek geçeli 75 sene olmuştu ve o tarihten beri Rift Vadisi’nin yaşadığı en büyük ikinci kuraklığın yaşandığı 2009 senesinde göl kenarında flamingoları seyrediyordum.  Su iyice çekilmiş, en derin yerinde sadece bir metre kalmış, normalde kuşların ve balıkların olması gereken yerde fotoğraf çekiyordum. Kaynaklardan okuduğum kadarıyla Grant ve arkadaşlarının yaşadığı kuraklığın yanında gölün o anki durumu iyi bile sayılırdı ama bölgedeki çiftçiler kan ağlıyor, suya bağımlı hayvanlar ufacık bir tatlı su birikintisi başında büyük mücadeleler veriyordu. Sadece Nakuru Gölü’nün sembolü olan flamingolar mutluydu ve buharlaşma yüzünden tuzluluk oranı artmış o çok sevdikleri sığ sularda gönüllerince dolaşıyorlardı. Açlık ve susuzluk sonucu çok sayıda insan, on binlerce hayvan ölmüştü.

2010 senesinin sonlarına kadar süren kuraklık yılın son çeyreğinde gelen yağmurlarla birlikte yerini bolluk ve berekete bıraktığında insanlar Tanrı’nın bu lütfunu coşkuyla karşıladılar. Ancak artık ritim bozulmuş, Doğa Ana’nın dengesi şaşmıştı…

Nakuru'daki akasya ormanı // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0

2013 senesi Kasım ayı; yine Nakuru Gölü kıyısındayım. Ancak bu defa göl milli park sınırlarının dışına taşmış, park merkezi ve korucuların lojmanları da dahil onlarca binayı sular altında bırakmıştı. Yerlilerle yaptığım sohbetlerde herkes göğün yarıldığını, yağmurların aylardır durmak bilmediğini anlatıyordu. Tarlaları su basmış, ürünler heba olmuş, insanlar yine açlık ile karşı karşıya kalmıştı.

Nakuru Gölü’nü sürekli besleyen bir kaynak yok ancak mevsimsel olarak göle akan altı tane nehir bulunuyor. Bu mevsimsel nehirler yoğun yağış yüzünden bir süredir yıl boyu akar hale gelince tahliyesi olmayan ve sadece buharlaşma ile su kaybedebilen Nakuru Gölü taşarak sınırlarının çok ötesine ulaşmış. Peki küresel ısınma, yoğun yağmur ya da kuraklığın bu yıkıcı etkilerine müdahale etme şansımız var mı? Neticeleri biliyoruz ama doğa olaylarının bu kadar yıkıcı sonuçlar doğurmasının sebepleri neler?

Su bastıktan sonra... // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0

Rift Vadisi’nin en yüksek yağış alan yeri olan Mau Ormanı bölgenin su havzasının ve vadideki gölleri besleyen nehirlerin en önemli su kaynağı. Bölge geleneksel olarak Ogiek yerlilerinin yaşam alanı ancak bereketli topraklar uzun zamandır diğer etnik kökenlerden insanları çekiyor. Yeni gelenler yerleşim yerine ve tarım arazisine ihtiyaç duydukça ağaç kesiyor, her geçen gün artan yaşam alanı ihtiyacı neticesinde orman alanı yavaş yavaş azalıyor. Bugün Nakuru Gölü’nün yükselmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi de ağaç yoğunluğu azalan bölgenin toprak kaymasına engel olamaması. Mau’dan akan nehirler onları tutan köklerden yoksun toprakları beraberinde Nakuru’ya taşıyor ve bu topraklar gölün seviyesinin yükselmesine sebep oluyor. Ağaç yoğunluğu azalan Mau Ormanı’nın yeraltında eskisi kadar su tutamaması da Nakuru’yu mevsimsel besleyen nehirlerin yıl boyu akmasındaki en büyük sebep.

Baboon Hill'den taşmış Nakuru Gölü manzarası // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 24-105mm f4.0

Su iyidir; yağmur yağsın, barajlar dolsun deriz hep. Dengesi bozulmuş bir düzende su gerçekten iyi midir? Nakuru Gölü’nü çevreleyen milli parkta şu anda büyük bir kriz yaşanıyor. Nakuru’nun yüzölçümü gölü sürekli besleyen tatlı su kaynakları ile normalin birkaç katına ulaşmış olduğu için tuzluluk oranı oldukça düştü. Tuzluluk oranı düşük gölde de milyonlara varan sayılarda beslenen flamingoların en sevdiği besin olan mavi-yeşil algler üreyemiyor. Tuzlu sığ suları ve beslendikleri algleri bulamayan flamingolar artık gölü terk ettiler ve daha kuzeydeki Bogoria Gölü’ne göç ettiler. Bufalolar ve gergedanlar su basmayan yerlerdeki ufak kara parçalarına hapsoldular ve birer birer tahliye edilip diğer koruma alanlarına taşınıyorlar.

Beyaz gergedan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0

Bufalo ve oxpecker // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0

Yırtıcılar için durum daha da vahim. Leoparlar ve aslanlar avları olan zebralara ve antiloplara su baskını yüzünden ulaşamıyorlar. Yerel gazetelerde gece park sınırları dışına çıkarak köylülerin keçilerini avlayan leopar haberleri çıkmaya başladı bile. Bölgesini belirleyen ve koruyan bu yırtıcı hayvanların av bulabilmek için yer değiştirmeleri hem insanlarla hem de diğer yırtıcılarla karşılaştıklarında büyük sorunlara neden olabilir.

Nakuru'da bir leopar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0

Masai Mara’dan sonra Kenya’nın en çok ziyaret edilen milli parkı olan Nakuru için tehlike bunlarla sınırlı değil; gölü çevreleyen sarı aksaya ağaçları da tuzlu su yüzünden ölme tehlikesi ile karşı karşıya. Göl kıyısında sohbet ettiğimiz, Nakuru’nun en lüks kamplarından birinin müdürü ve parkın yönetim kurulu üyesi olan Bay Job, habitata zarar veren su baskını ve hayvan tahliyesi devam ettiği takdirde turist gelmeyeceğini, daha da kötüsü milli parkın tamamen kapatılabileceğini belirtiyor. Şüphesiz böyle bir gelişme milli gelirinin birinci kalemi turizm olan Kenya için çok yıkıcı olacaktır.


Kenya hükümeti şu anda geçmişteki yanlış politikaların farkına vardı ancak iş işten geçti mi yoksa geri dönüş olabilecek mi göreceğiz. Mau Ormanı bölgesinde yerlilerle yapılan anlaşma ile tarım arazileri ve yaşam alanları kaydırılarak su havzasının 40 bin hektarlık bölümünde yeniden ağaçlandırma çalışması yapılıyor. Kısa vadede Nakuru Gölü’nün kaderi Doğa Ana’nın ellerinde olsa da umarım bundan sonra hassas dengeleri bozacak her türlü müdahalenin önüne geçilebilir…

Nakuru'da flamingolar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0

Nakuru'da flamingolar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0

Nakuru'da flamingolar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0

15 Aralık 2013 Pazar

Yabancı...



Her şey 11 sene önce Lawrance ile tanışmamla başladı. Güney Afrika’ya yapacağım bir gezi öncesi fotoğraf ve doğa tutkunu olduğumu bilen bir arkadaşım “mutlaka safari yapmalısın, tam senlik” dediğinde bu tavsiyenin hayatımı değiştireceğini bilmiyordum.  Tavsiyesine uyarak bir safari kampı ile iletişime geçip seyahatimi ayarladım.

9.5 saatlik Johannesburg uçuşunun ardından gümrükten geçip dışarı çıktığımda üzerinde ismim yazan tabelaya yöneldim ve kısa bir sohbetin ardından kampa yapacağım uçuşun kalkacağı terminale götürüldüm. Yarım saatlik bekleyişin ardından 10 kişilik pervaneli uçakla bir saat mesafedeki safari kampına uçtum. Piste iniş için alçalmaya başladığımızda yorgunluktan gözlerim kapanmak üzereydi. Pencereden gördüklerimi önce rüya zannettim ama pilotun anonsuyla pistten kaçarcasına uzaklaşan gergedan ailesinin gerçek olduğunu anladım. Sert bir inişin ardından her yeri açık bir jip ile az önce uçağımızdan kaçan gergedanların yanından geçerek konaklayacağım kampa vardım.

Pistteki gergedanlar // Burak Doğansoysal (c)
Sony DSC-H1

Kapıda beni 1.90 boylarında, kum rengi şort, kum rengi kısa kollu gömlek ve kum rengi postallar giymiş oldukça iri bir görevli karşıladı ve elini uzattı: “Merhaba, ben Lawrance. Burada kaldığın süre boyunca rehberliğini yapacağım.”

Rehberim Lawrance ve iz sürücü Joseph // Burak Doğansoysal (c)
Sony DSC-H1

Odama yerleşip üzerimi çabucak değiştirdikten sonra sabırsızca jipteki yerimi aldım. Gidebiliriz, hazırım dediğimde beklememiz gerektiği, bu ilk safaride 6 kişilik bir gruba eşlik edeceğim, takip eden günlerde tek başıma olacağım bilgisi verildi. Kısa süre içerisinde yaş ortalaması 75 olan İsviçreli ekip arkadaşlarım koltuklarına oturdular ve jipimiz hareket etti. Fotoğraf makinemin ayarlarını kontrol ederken Lawrance “özellikle görmek istediğiniz bir şey var mı?” diye sorduğunda gafil avlandım; ben henüz cevap veremeden arkadaki 6 kişi bir ağızdan “Kuşlar!” diye bağırınca şaşkınlık ve hayal kırıklığı içerisinde Lawrance’a baktım. Bana dönüp bembeyaz dişlerini gösterecek şekilde sırıtarak fısıldadı: “Kuşlara gidiyoruz…”

Lawrance ve yolumuza çıkan bir leopar kaplumbağası // Burak Doğansoysal (c)
Sony DSC-H1

Martı, karga ve serçe görmek için niye Afrika’ya geldiklerini anlamadığım bir grup insanla beraber arazide ilerlerken Lawrance aracı durdurdu ve yanında duran tuğla kalınlığındaki kitabı eline aldı. Sayfaları hızlı hızlı çevirerek aradığını buldu ve “Öten kuşu duyuyor musun? Bu bir leylak göğüslü gökkuzgun...” dedikten sonra aracı çalıştırıp yola koyuldu. Kitapta çizimi olan kuşun güzelliğine ilk bakışta inanamadım; hayatımda hiç bu kadar güzel bir kuş görmemiştim. Ben henüz kitaptan başımı kaldıramamıştım ki rehberimiz aracı tekrar durdurdu: “Onu bulduk, alt dallara bakın.”

Leylak göğüslü gökkuzgun // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Çizimine dahi hayran olduğum kuş tam karşımdaydı; rüzgarda oynayan dalda sabit kalma çabası, rengarenk tüylerin rüzgar ile ahenkli hareketi… Bu güzelliği ağzım açık izlerken kuş uçarak üst dallara kondu ve ben bir kare bile fotoğraf çek(e)mediğimi fark ettim.

Günün ilerleyen saatlerinde hep benzer sahneler yaşandı; Lawrance bir ses duydu, sese ait kuşun kitaptaki yerini eliyle koymuş gibi buldu, biz henüz kitabı incelerken kuşu bulup bize anlatmaya başladı. Leoparı, aslanı unutmuş, Afrika’da ağzım açık kuş safarisi yapıyordum. Hayranlık duymamak elde değildi; Lawrance bu kadar kuşu nasıl ezbere biliyordu, bu kadar çok çeşitli ve hepsi birbirinden güzel kuşu nasıl buluyor ve bize gösteriyordu ve en önemlisi ben bugüne kadar kuşların nasıl farkına varmamıştım?

Beyaz gergedan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

O seyahatte bolca leopar, aslan, antilop, fil, bufalo gördüm. Üzerime doğru yürüyen ilk aslan, 3 metre mesafedeki ufak tümsekte göz seviyemde oturan leopar, yaya olarak takip ederken aniden dönerek üzerimize koşan gergedan tarif edemeyeceğim kadar çok heyecan vericiydi. Ama ilk defa görmüş olmama rağmen onların tamamını tanıyordum ve varlıklarından haberdardım. Kuşlar ise benim için yepyeni bir dünyaydı.

Aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0-5.6 IS

Bana sürekli sorulan bir sorudur “bu işe nasıl başladınız?” Ben de her seferinde bıkmadan anlatırım:Her şey Lawrance ile tanışmamla başladı..."

Leopar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0-5.6 IS

8 Aralık 2013 Pazar

Safari...



Nairobi’ye her indiğimde evimde hissediyorum kendimi. Kenya’ya on beşinci seyahatimde de farklı bir his uyandırmıyor bu şehir bende. Gümrükten geçerken sabahın erken saatleri olmasına rağmen sempatik gümrük memurları, yardımcı olmak isteyen hava alanı görevlileri ve binanın dışına çıkar çıkmaz yüzüme vuran taze hava altı saatlik yorucu yolculuğu unutturuyor.  Sanki aldığım son nefesmiş gibi ciğerlerimde yer kalmayana kadar içime çekiyorum havayı; her zamankinden çok özlemişim Afrika’yı.

Rehberimle buluşup arabaya biniyorum ve otoparktan ana yola çıktığımızda Mike değişiklik görüp görmediğimi soruyor. Bir fark var ama tam olarak ne olduğunu çıkartamıyorum. Orta kaldırımdaki ağaçları söküp yolu genişletmişler, sökülen ağaçları ve daha fazlasını da yolun iki yanına dikmişler. Heyecanla ağaçlarda yuvası olan leylek ve balıkçıl kolonilerini soruyorum Mike’a. “Unutmuşsun;  onlar şehre daha yakın bir bölgede” diyor gülerek.


Sığır balıkçılı // Burak Doğansoysal (C)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Marabou leyleklerinin, sığır balıkçıllarının ve kutsal aynakların cadde üzerindeki ağaçlara yuva yaptığını ilk gördüğümdeki hayretim aklıma geliyor. Kuşların şehrin göbeğinde, her gün yanından binlerce arabanın geçtiği, her dakika altından yüzlerce insanın yürüdüğü bir bölgeyi seçmesi benim için “hayvan insandan korkar” tabusunu yıkan ilk manzara olmuştu. Yıllar içerisinde öğrendim ki hayvan insandan korkmuyor, zarar gördükçe korkmayı öğreniyor.


İnsandan korkmayan bir kartal // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

Sabahın erken saatlerine rağmen sıkışık olan Nairobi trafiğinden kurtulup şehrin dışına çıktığımız anda Afrika’nın doğal güzellikleri boy göstermeye başlıyor. Sarı ve düz çatılı akasyalar, mor çiçekli ve mis kokulu jacaranda ağaçları eşliğinde yolumuza devam ediyoruz. Afrika’nın milyonlarca yıl önce doğa ana ile girdiği mücadeleden kalan en büyük iz olan Büyük Rift Vadisi az sonra tüm ihtişamıyla kendini gösteriyor. Doğa ana milyonlarca yıl önce 7 kıtayı birbirinden ayırmayı başarmış ama Afrika’yı ortadan ikiye bölmeye kalkınca büyük bir direnç ile karşılaşmış. Kara kıta eğilmiş, bükülmüş ancak boyun eğmemiş ve mücadeleden Etiyopya’dan Mozambik’e kadar uzanan 6000 kilometrelik bir yarık ile kurtulmuş. Her geçişimde olduğu gibi biraz mola verip bu muhteşem manzaranın tadını çıkartmak istiyorum ama bu defa yağmur ve sis buna müsaade etmiyor.


Masai Mara'da safari manzarası // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0

Kenya’da yollar eskisi gibi değil. İlk geldiğim yılları hatırlıyorum da ana yolların bile önemli bir bölümü topraktı, asfalt olan kısımlar ise delik deşikti. Ancak bu konforun çok sürmeyeceğini biliyorum ve yaklaşık 4,5 saatlik yolculuğun ardından Mike arkaya dönüp sesleniyor: “Kısa bir mola verelim, sonrasında Afrika masajına hazır mısın?

Masai Mara’ya 80 kilometre kala asfalt bir anda bitiyor ve artık medeniyeti dünyanın en muhteşem doğa parçalarından biri olan Serengeti ekosisteminden ayıran tampon bölge başlıyor. Toprak ve taşlı yollarda tozu dumana katarak, sanki araba ortadan ikiye ayrılacakmış gibi sesler eşliğinde koltuklarımızda zıplayarak ilerliyoruz. Thomson ceylanları, zebralar ve impalalar tampon bölgede rahatça dolaşıyorlar; ne de olsa bu bölgede onları avlayacak büyük yırtıcılar yok.


Yolda mısır satan bir çocuk // Burak Doğansoysal (c)
Canon SX200 IS

Yolda olmayı seviyorum; bu yol çok bozuk, son derece rahatsız ve çok yorucu olsa bile. Altı sene önce Kenya’dan Tanzanya’ya halk otobüsüyle gitmeye karar verdiğimde kimse buna bir anlam verememişti. Çok ucuza mal olacak ve sadece 50 dakika sürecek bir uçuş yerine niye balık istifi bir minibüs ile yüzlerce durakta durarak 12 saatlik bir yolculuk yapmak istediğimi açıklamakta zorlanmıştım. Ama bu yolculukta edindiğim anılar konforlu bir yolculuğa değişemeyeceğim kadar özeldi: yanımda oturan ve Nairobi’de konservatuar öğrencisi olan Arusha’lı kız ile sohbetim, diğer yanımda oturan ve bana pastırma kokan börek ikram eden adam ile şakalaşmam, Namanga gümrük kapısında Türk pasaportumu görünce sırada arkamda olan bir otobüs dolusu insanı bekleten gümrük memuru ile yaptığım 15 dakikalık sohbet hayatım boyunca hatırlayacağım anılar...


Marabou leyleği // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Yol yorgunluğu ve anılar birleşince gözlerim kapanıyor ancak tam uykuya dalacakken aracımız bir çukura giriyor ve yerimden zıplıyorum. Mike gülerek özür diliyor ama yapacağı bir şey yok; düz zeminden çok çukur var bu yollarda.

80 kilometrelik yol neredeyse iki saat sürüyor. Bir hafta boyunca konaklayacağım kampa geldiğimizde tesiste görevli Joseph elinde okaliptüs esanslı sıcak havlu ve taze sıkılmış meyve suyu ile bizi bekliyor. Arabadan indiğimde vücudum durağanlığa adapte olamıyor ve bir süre daha sarsılmaya, titremeye devam ediyor. Joseph’ten dumanı tüten havluyu alıyorum, elimi ve yüzümü siliyorum, mis gibi kokan meyve suyumu da içtikten sonra derin bir nefes alıyorum; Nairobi’ye indiğimde aldığım nefesten daha derin, ciğerlerimi yırtarcasına acıtan bir nefes. Afrika havasını tüm hücrelerimde hissetmek istiyorum; Afrika’yı her zamankinden çok özlemişim…


(*) Safari: Doğu Afrika’da konuşulan Swahili dilinde “yolculuk” anlamına geliyor…


Afrika'da bir çocuk // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

1 Aralık 2013 Pazar

Hakuna Matata



"Boşuna beklemeyelim, leopar günün bu saatinde sadece uyur" diyor Mike. Afrika'nın farklı bölgelerinde bugüne kadar onlarcasını gördüğüm leoparın davranışını iyi bildiğim için Mike'a katılıyorum. Benekli kedinin yanından usulca ayrılırken kendi kendime mırıldanıyorum: sağdan sola, soldan sağa dönerek uyumana devam et; avlanma saatine yakın yine geleceğiz...

Leopar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d Mk II + Canon 500mm f4.0 IS

Sonsuz düzlükleri yaran patika yollardan ilerlerken yüzlerce akbaba dikkatimizi çekiyor. Gökyüzünde akbabaların dönmesi tek bir şeye işaret; yerde leş var. Leşin başında henüz sofradan kalkamamış bir aslan ya da çita ailesi bulmak umuduyla akbabalara doğru ilerliyoruz. Sarkık yanaklı, kızıl, keşiş akbabası, yakalı; neredeyse Afrika'nın tüm akbaba türleri bu ziyafete gelmiş. Sabah telsizden bir Eland antilobunun aslanlar tarafından avlandığı haberini almıştık ama leoparın başında durmayı, dalda yatan benekli kediyi hayran hayran seyretmeyi tercih etmiştim. Ben leoparı seyrederken aslanlar karınlarını doyurmuş ve görünen o ki akbabalara oldukça büyük bir porsiyon ayırmışlar.

Akbaba ve gnu // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Doğanın çöpçüleri akbabalar insanların kendilerine yakıştırdıkları tüm olumsuz sıfatlara inat leşi tüketip bakteri ve hastalıkların yayılmasını engellemek için olanca güçleriyle çalışıyorlar. Vizörden bakarken uzaklarda, çalıların arasında ilerleyen belli belirsiz bir hareket görüyorum. Dürbünü gözüme dayadığımda gördüğüm çakal beni hiç de şaşırtmıyor; ne de olsa ben de çakalın yaptığı gibi havadaki akbabaları takip ederek buldum leşi. Ben fotoğraf çekeceğim, fırsatçı çakal da kıyıda köşede kalan parçalardan nasiplenerek karnını doyuracak.

Çakal // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 400mm f5.6

Leş kokusuna yeni alışmış olmama rağmen Mike'a gidelim diyorum. Sabahtan beri içimde tarif edemediğim, heyecan dolu bir his var ve hareket halinde olursak muhteşem bir manzarayla karşılaşacakmışız gibi geliyor. 

Akbabaların yanından ayrıldıktan kısa bir süre sonra ancak "Büyük Göç"ün en yoğun zamanlarında karşılaşılabilecek kadar büyük bir sürüyle karşılaşıyoruz. Baktığım her istikamette başını öne eğmiş, kuyruğunu sallaya sallaya otlayan bir zebra veya gnu, aralara serpiştirilmiş ceylanlar ve impalalar görüyorum. Büyüleyici manzaranın sersemletici etkisi geçtikten sonra 3-5 kare fotoğraf çekiyorum ve ardından yola koyuluyoruz.

Zebra sürüsü // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Henüz bir kaç metre dahi gitmeden Mike arabayı durduruyor ve müjdeyi (!) veriyor: lastiğimiz patlamış. "Hakuna Matata; hemen değiştiririz" diyorum ve yardım etmek için arabadan iniyorum. Zemin düz olmadığı için krikoyu yerleştirmede oldukça zorlanıyoruz ve uzun uğraşlara rağmen aracımızı bir türlü yeterince yükseltemiyoruz. "Daha fazla uğraşmayalım" diyor Mike. Bagajdan yerlilere özgü büyük bir pala olan panga'sını çıkartıyor ve lastiğin altını kazıyor. 20 dakikalık kan ter içinde bırakan bir uğraş sonrası lastik yerinden çıkıyor ve yenisini takıyoruz. Kısa bir soluklanmanın ardından düzlüklerde ilerlemeye devam ediyoruz.

Masai Mara'da bir gnu // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0

"Dün bu bölgede avlanan üç çita görmüşler, gözünü dört aç" diye sesleniyor Mike. İki sene önce Masai Mara'da aynı dönemde gördüğüm, altı yavrusunu birden büyütüp tamamını kendi başına av yapabilir hale getiren muhteşem çita aklıma geliyor. Çita yavrularının %80'i maalesef yarım yıl dahi yaşayamadan ya bir sırtlana av oluyor, ya da yeterli besin olmadığı için ölüyor. Araç bir anda yavaşlayınca hayallerden sıyrılıp etrafıma bakınıyorum; yavaşlayıp durduğumuza göre etrafta bir hayvan olmalı. Mike yine arabadan iniyor, bu defa arkadaki lastiğin yanına eğilmiş bir halde bana bakıp "şanssız günümüzdeyiz, bu da patlamış" diyor. Canım sıkılıyor biraz ama en azından bir yedek lastiğimiz daha var: Hakuna Matata...

Çitalar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Diğeri kadar sorun çıkartmıyor bu lastik ve kolayca değiştiriyoruz ancak bir karar vermemiz lazım; yedek lastik olmadan sonsuz düzlüklerin derinliklerine yolculuğa devam mı etmeli, yoksa kampımıza doğru dönüşe mi geçmeliyiz? Mantıklı olanı yapıyoruz ve dönüşe geçiyoruz; başka bir yedek olmadan ilerlemek oldukça riskli.

Dönüşe geçtiğimiz an sabahtan beri içimi kemiren heyecan hissi yerini hayal kırıklığına bırakıyor: arka arkaya patlayan 2 lastik ve bu zorunlu dönüş biraz canımı sıkıyor. Manzara seyredip biraz rahatlamak için tavanı açık aracımda ayağa kalkıyorum ve bir anda Afrika havası yüzüme çarpıyor. Ilık ve kuru hava toprak kokuyor, uzaklara yağan yağmurun ipuçlarını taşıyor, bu arada zebralar, impalalar, gnular sağda solda her şeyden habersiz otlamaya devam ediyorlar. Rahatlıyorum ve Afrika'yı içime çektiğim her nefeste bir kez daha hatırlıyorum; varış noktam değil, yolculuğun kendisidir önemli olan...


Hakuna Matata: Doğu Afrika'da konuşulan Swahili dilinde "sorun yok, endişe edecek bir şey yok, her şey yolunda" anlamlarında kullanılan bir deyim.

İnişe geçmiş bir akbaba // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Akbabalar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

24 Kasım 2013 Pazar

Serengit...



Park korucusu Jackson'la Mara Nehri kıyısında yürüyoruz. Hava önceki günlere göre serin, oldukça bulutlu, yağdı yağacak. Sık çalıların arasındaki patikalardan geçerken "Bu yolları hep su aygırları açtı" diyor. Hassas bir derisi olduğuna inanmak çok zor ama günün büyük bölümünü su içinde geçirmek zorunda bu devasa otobur; Afrika'nın bulutların arkasında olsa bile yakan güneşi aygırın pembe mor derisine zarar veriyor. Kaynaklar Afrika'da insan ölümlerinin en büyük sorumlusu olarak su aygırlarını gösterse de bu sempatik deve "katil" yaftası yapıştırmaya içi el vermiyor insanın.

Su aygırı // Canon 5d MkII + Canon 400mm f2.8

Çalılardan açıklığa çıktığımız anda manzara birden dramatik bir hal alıyor. Leş kokusu mu önce burnuma vuruyor yoksa binlerce hayvandan arta kalmış et ve kemik parçalarının sessizliği mi beynimi uyuşturuyor bilemiyorum. Neslinin devamı için binlerce kilometre yol kat eden, taze otlaklar peşinde timsahlara ve aslanlara yem olmayı göze alan bu cesur hayvanların artık "sonsuzluk"ta çınlayan haykırışları geliyor kulağıma. Yaşamını sürdürebilmek için ölümü göze almak; ironi kelimesi Afrika düzlüklerinden çıkmış olsa gerek.

Zebra ve Gnular // Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0-5.6 IS

Hayatları pahasına nehri geçen antiloplara nazire yaparcasına asma köprüden rahatça karşı kıyıya geçiyoruz. Jackson'a üç sene önce tam bu yolda yürürken karşıma iki erkek aslan çıktığından bahsediyorum. Hararetle anlatmaya başlıyor: mesaisi bittikten sonra kaldığı yatakhanenin 10 metre yanında iki gün önce aslanlar av yapmış. Saatlerce aslanları izleyip işe geç kalmışlar. İşi aslanları korumak olan bir park korucusunun aslanlar yüzünden işine geç kalmasını komik buluyorum ama hikayeyi anlatırkenki heyecanına ortak olmamak elde değil. Jackson'la yaptığımız bu konuşmanın sabahına gidiyorum birden; karşımıza çıkan yüzü yaralı aslan, aslanın hedefinde olan 20 kadar zebra, aslanın çalıların arasından gizlenerek ilerleyişi, yeterince yaklaştığını düşündüğünde yaptığı hamlesi... Afrika yırtcıları söz konusu olduğunda hep yırtıcıların, yani avcının tarafını tutuyorum, ancak bu defa kaçmayı başarıyor zebralar. Topu topu 30, bilemedin 40 saniye sürüyor bu aksiyon ama kalp atışlarımın yavaşlayıp nefesimin normale dönmesi 5-6 dakika alıyor.

Aslanlar ve avladıkları gnu // Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0-5.6 IS

Jackson'la vedalaştığım esnada yağmur çiselemeye başlıyor. Afrika'da gün içinde yağmur yağıp yağmayacağını büyük ölçüde tahmin edebiliyorum ancak ne kadar şiddetli yağıp yağışın ne kadar süreceğini kestirmek çoğu zaman mümkün olmuyor. Çatısı açık safari aracıma bindiğimde yağmurluğumu çantamdan çıkartıp fotoğraf makinelerimin üzerini örtüyorum; ne de olsa mal canın yongası.

Aslanlar, çitalar, filler çok heyecan verici ama safaride en hoşuma giden şey arazide ilerlerken yüzüme vuran ılık Afrika rüzgarı. Kokusu, tazeliği, yoğunluğu bile farklı bu havanın: sabahları ve akşamları titretecek kadar serin, gün içinde terletmeyecek kadar sıcak ve kuru. Hele yağmur yağdımı havanın kokusuna karışan toprak kokusu insanı neredeyse sarhoş ediyor.

Safari'de sonsuz düzlükleri izlerken...

Uzaklara dalmış havayı koklarken birden irkiliyorum. Rehberim Mike heyecanla "Chui" diye sesleniyor. Karşıdan karşıya geçen leopar bir an dönüp bana bakıyor ve çalıların arasına dalarak önce gözden kayboluyor sonra civardaki tek ağaç olan, kısa sayılabilecek bir akasyaya tırmanıyor. Sanki orada değilmişiz gibi rahat davranarak dala yerleşiyor leopar ve yavaş yavaş gözleri kapanıyor. Leoparlar aslanlar gibi sürü olmadıkları için ağaçlara tırmanarak diğer yırtıcılardan yüksekte, güvenli bir şekilde yaşıyorlar. Ancak bu leopar belli ki sadece güvenliği için çıkmıyor ağaçlara; akasyanın iri dallarında oldukça rahat görünüyor.

Leopar // Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS


Leopar derin bir uykuya dalınca gözümü fotoğraf makinemin vizöründen çekip yanıma aldığım kumanya kutumu açıyorum. Karşımdaki ağaçta bir leoparın uyuyor olması mı daha garip yoksa Afrika düzlüklerinde piknik yapıyor olmam mı bilemiyorum ama yaklaşık üç saat leoparın yanında kalıyorum. Genelde akşam avlanan leoparların günün büyük bölümünü dinlenerek geçirdiklerini bildiğim için yemeğimi yemeye koyuluyorum.

Leopar // Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS


Leoparın bir sağa bir sola dönüp, altında uyuşan bacaklarını bazen teker teker, bazen aynı anda daldan sarkıttığı sahneler sanki saatler değil de bir kaç dakika gibi geliyor. Doğanın sabır işi olduğunu yıllar önce öğrendim. Zaman kavramını unutup doğanın akışına teslim olduğunuz sürece doğa ana sizi ödüllendiriyor. Rüzgarın sesi ve kokusu eşliğinde leoparın uykusunun bitmesini sabırla bekliyorum...

(*) Serengit: Masai dilinde "sonsuz düzlükler" anlamına geliyor

Masai Mara // Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0