8 Aralık 2013 Pazar

Safari...



Nairobi’ye her indiğimde evimde hissediyorum kendimi. Kenya’ya on beşinci seyahatimde de farklı bir his uyandırmıyor bu şehir bende. Gümrükten geçerken sabahın erken saatleri olmasına rağmen sempatik gümrük memurları, yardımcı olmak isteyen hava alanı görevlileri ve binanın dışına çıkar çıkmaz yüzüme vuran taze hava altı saatlik yorucu yolculuğu unutturuyor.  Sanki aldığım son nefesmiş gibi ciğerlerimde yer kalmayana kadar içime çekiyorum havayı; her zamankinden çok özlemişim Afrika’yı.

Rehberimle buluşup arabaya biniyorum ve otoparktan ana yola çıktığımızda Mike değişiklik görüp görmediğimi soruyor. Bir fark var ama tam olarak ne olduğunu çıkartamıyorum. Orta kaldırımdaki ağaçları söküp yolu genişletmişler, sökülen ağaçları ve daha fazlasını da yolun iki yanına dikmişler. Heyecanla ağaçlarda yuvası olan leylek ve balıkçıl kolonilerini soruyorum Mike’a. “Unutmuşsun;  onlar şehre daha yakın bir bölgede” diyor gülerek.


Sığır balıkçılı // Burak Doğansoysal (C)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Marabou leyleklerinin, sığır balıkçıllarının ve kutsal aynakların cadde üzerindeki ağaçlara yuva yaptığını ilk gördüğümdeki hayretim aklıma geliyor. Kuşların şehrin göbeğinde, her gün yanından binlerce arabanın geçtiği, her dakika altından yüzlerce insanın yürüdüğü bir bölgeyi seçmesi benim için “hayvan insandan korkar” tabusunu yıkan ilk manzara olmuştu. Yıllar içerisinde öğrendim ki hayvan insandan korkmuyor, zarar gördükçe korkmayı öğreniyor.


İnsandan korkmayan bir kartal // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

Sabahın erken saatlerine rağmen sıkışık olan Nairobi trafiğinden kurtulup şehrin dışına çıktığımız anda Afrika’nın doğal güzellikleri boy göstermeye başlıyor. Sarı ve düz çatılı akasyalar, mor çiçekli ve mis kokulu jacaranda ağaçları eşliğinde yolumuza devam ediyoruz. Afrika’nın milyonlarca yıl önce doğa ana ile girdiği mücadeleden kalan en büyük iz olan Büyük Rift Vadisi az sonra tüm ihtişamıyla kendini gösteriyor. Doğa ana milyonlarca yıl önce 7 kıtayı birbirinden ayırmayı başarmış ama Afrika’yı ortadan ikiye bölmeye kalkınca büyük bir direnç ile karşılaşmış. Kara kıta eğilmiş, bükülmüş ancak boyun eğmemiş ve mücadeleden Etiyopya’dan Mozambik’e kadar uzanan 6000 kilometrelik bir yarık ile kurtulmuş. Her geçişimde olduğu gibi biraz mola verip bu muhteşem manzaranın tadını çıkartmak istiyorum ama bu defa yağmur ve sis buna müsaade etmiyor.


Masai Mara'da safari manzarası // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0

Kenya’da yollar eskisi gibi değil. İlk geldiğim yılları hatırlıyorum da ana yolların bile önemli bir bölümü topraktı, asfalt olan kısımlar ise delik deşikti. Ancak bu konforun çok sürmeyeceğini biliyorum ve yaklaşık 4,5 saatlik yolculuğun ardından Mike arkaya dönüp sesleniyor: “Kısa bir mola verelim, sonrasında Afrika masajına hazır mısın?

Masai Mara’ya 80 kilometre kala asfalt bir anda bitiyor ve artık medeniyeti dünyanın en muhteşem doğa parçalarından biri olan Serengeti ekosisteminden ayıran tampon bölge başlıyor. Toprak ve taşlı yollarda tozu dumana katarak, sanki araba ortadan ikiye ayrılacakmış gibi sesler eşliğinde koltuklarımızda zıplayarak ilerliyoruz. Thomson ceylanları, zebralar ve impalalar tampon bölgede rahatça dolaşıyorlar; ne de olsa bu bölgede onları avlayacak büyük yırtıcılar yok.


Yolda mısır satan bir çocuk // Burak Doğansoysal (c)
Canon SX200 IS

Yolda olmayı seviyorum; bu yol çok bozuk, son derece rahatsız ve çok yorucu olsa bile. Altı sene önce Kenya’dan Tanzanya’ya halk otobüsüyle gitmeye karar verdiğimde kimse buna bir anlam verememişti. Çok ucuza mal olacak ve sadece 50 dakika sürecek bir uçuş yerine niye balık istifi bir minibüs ile yüzlerce durakta durarak 12 saatlik bir yolculuk yapmak istediğimi açıklamakta zorlanmıştım. Ama bu yolculukta edindiğim anılar konforlu bir yolculuğa değişemeyeceğim kadar özeldi: yanımda oturan ve Nairobi’de konservatuar öğrencisi olan Arusha’lı kız ile sohbetim, diğer yanımda oturan ve bana pastırma kokan börek ikram eden adam ile şakalaşmam, Namanga gümrük kapısında Türk pasaportumu görünce sırada arkamda olan bir otobüs dolusu insanı bekleten gümrük memuru ile yaptığım 15 dakikalık sohbet hayatım boyunca hatırlayacağım anılar...


Marabou leyleği // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Yol yorgunluğu ve anılar birleşince gözlerim kapanıyor ancak tam uykuya dalacakken aracımız bir çukura giriyor ve yerimden zıplıyorum. Mike gülerek özür diliyor ama yapacağı bir şey yok; düz zeminden çok çukur var bu yollarda.

80 kilometrelik yol neredeyse iki saat sürüyor. Bir hafta boyunca konaklayacağım kampa geldiğimizde tesiste görevli Joseph elinde okaliptüs esanslı sıcak havlu ve taze sıkılmış meyve suyu ile bizi bekliyor. Arabadan indiğimde vücudum durağanlığa adapte olamıyor ve bir süre daha sarsılmaya, titremeye devam ediyor. Joseph’ten dumanı tüten havluyu alıyorum, elimi ve yüzümü siliyorum, mis gibi kokan meyve suyumu da içtikten sonra derin bir nefes alıyorum; Nairobi’ye indiğimde aldığım nefesten daha derin, ciğerlerimi yırtarcasına acıtan bir nefes. Afrika havasını tüm hücrelerimde hissetmek istiyorum; Afrika’yı her zamankinden çok özlemişim…


(*) Safari: Doğu Afrika’da konuşulan Swahili dilinde “yolculuk” anlamına geliyor…


Afrika'da bir çocuk // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder