Nairobi’ye her indiğimde evimde hissediyorum kendimi. Kenya’ya on beşinci seyahatimde de farklı bir his uyandırmıyor bu şehir bende. Gümrükten geçerken sabahın erken saatleri olmasına rağmen sempatik gümrük memurları, yardımcı olmak isteyen hava alanı görevlileri ve binanın dışına çıkar çıkmaz yüzüme vuran taze hava altı saatlik yorucu yolculuğu unutturuyor. Sanki aldığım son nefesmiş gibi ciğerlerimde yer kalmayana kadar içime çekiyorum havayı; her zamankinden çok özlemişim Afrika’yı.
Rehberimle buluşup arabaya
biniyorum ve otoparktan ana yola çıktığımızda Mike değişiklik görüp görmediğimi
soruyor. Bir fark var ama tam olarak ne olduğunu çıkartamıyorum. Orta
kaldırımdaki ağaçları söküp yolu genişletmişler, sökülen ağaçları ve daha
fazlasını da yolun iki yanına dikmişler. Heyecanla ağaçlarda yuvası olan leylek
ve balıkçıl kolonilerini soruyorum Mike’a. “Unutmuşsun; onlar şehre daha yakın bir bölgede” diyor
gülerek.
Sığır balıkçılı // Burak Doğansoysal (C) Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS |
Marabou leyleklerinin, sığır
balıkçıllarının ve kutsal aynakların cadde üzerindeki ağaçlara yuva yaptığını
ilk gördüğümdeki hayretim aklıma geliyor. Kuşların şehrin göbeğinde, her gün
yanından binlerce arabanın geçtiği, her dakika altından yüzlerce insanın
yürüdüğü bir bölgeyi seçmesi benim için “hayvan
insandan korkar” tabusunu yıkan ilk manzara olmuştu. Yıllar içerisinde
öğrendim ki hayvan insandan korkmuyor, zarar gördükçe korkmayı öğreniyor.
İnsandan korkmayan bir kartal // Burak Doğansoysal (c) Canon 5d MkII + Canon 70-200mm f2.8 IS |
Sabahın erken saatlerine rağmen
sıkışık olan Nairobi trafiğinden kurtulup şehrin dışına çıktığımız anda
Afrika’nın doğal güzellikleri boy göstermeye başlıyor. Sarı ve düz çatılı
akasyalar, mor çiçekli ve mis kokulu jacaranda ağaçları eşliğinde yolumuza
devam ediyoruz. Afrika’nın milyonlarca yıl önce doğa ana ile girdiği
mücadeleden kalan en büyük iz olan Büyük Rift Vadisi az sonra tüm ihtişamıyla
kendini gösteriyor. Doğa ana milyonlarca yıl önce 7 kıtayı birbirinden ayırmayı
başarmış ama Afrika’yı ortadan ikiye bölmeye kalkınca büyük bir direnç ile
karşılaşmış. Kara kıta eğilmiş, bükülmüş ancak boyun eğmemiş ve mücadeleden
Etiyopya’dan Mozambik’e kadar uzanan 6000 kilometrelik bir yarık ile kurtulmuş.
Her geçişimde olduğu gibi biraz mola verip bu muhteşem manzaranın tadını
çıkartmak istiyorum ama bu defa yağmur ve sis buna müsaade etmiyor.
Masai Mara'da safari manzarası // Burak Doğansoysal (c) Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 |
Kenya’da yollar eskisi gibi
değil. İlk geldiğim yılları hatırlıyorum da ana yolların bile önemli bir bölümü
topraktı, asfalt olan kısımlar ise delik deşikti. Ancak bu konforun çok sürmeyeceğini
biliyorum ve yaklaşık 4,5 saatlik yolculuğun ardından Mike arkaya dönüp
sesleniyor: “Kısa bir mola verelim,
sonrasında Afrika masajına hazır mısın?”
Masai Mara’ya 80 kilometre kala
asfalt bir anda bitiyor ve artık medeniyeti dünyanın en muhteşem doğa
parçalarından biri olan Serengeti ekosisteminden ayıran tampon bölge başlıyor.
Toprak ve taşlı yollarda tozu dumana katarak, sanki araba ortadan ikiye
ayrılacakmış gibi sesler eşliğinde koltuklarımızda zıplayarak ilerliyoruz.
Thomson ceylanları, zebralar ve impalalar tampon bölgede rahatça dolaşıyorlar;
ne de olsa bu bölgede onları avlayacak büyük yırtıcılar yok.
Yolda mısır satan bir çocuk // Burak Doğansoysal (c) Canon SX200 IS |
Yolda olmayı seviyorum; bu yol
çok bozuk, son derece rahatsız ve çok yorucu olsa bile. Altı sene önce
Kenya’dan Tanzanya’ya halk otobüsüyle gitmeye karar verdiğimde kimse buna bir
anlam verememişti. Çok ucuza mal olacak ve sadece 50 dakika sürecek bir uçuş
yerine niye balık istifi bir minibüs ile yüzlerce durakta durarak 12 saatlik
bir yolculuk yapmak istediğimi açıklamakta zorlanmıştım. Ama bu yolculukta edindiğim anılar konforlu bir yolculuğa değişemeyeceğim kadar özeldi: yanımda oturan ve
Nairobi’de konservatuar öğrencisi olan Arusha’lı kız ile sohbetim, diğer
yanımda oturan ve bana pastırma kokan börek ikram eden adam ile şakalaşmam,
Namanga gümrük kapısında Türk pasaportumu görünce sırada arkamda olan bir
otobüs dolusu insanı bekleten gümrük memuru ile yaptığım 15 dakikalık sohbet hayatım boyunca hatırlayacağım anılar...
Marabou leyleği // Burak Doğansoysal (c) Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS |
Yol yorgunluğu ve anılar
birleşince gözlerim kapanıyor ancak tam uykuya dalacakken aracımız bir çukura
giriyor ve yerimden zıplıyorum. Mike gülerek özür diliyor ama yapacağı bir şey
yok; düz zeminden çok çukur var bu yollarda.
80 kilometrelik yol neredeyse iki
saat sürüyor. Bir hafta boyunca konaklayacağım kampa geldiğimizde tesiste
görevli Joseph elinde okaliptüs esanslı sıcak havlu ve taze sıkılmış meyve suyu
ile bizi bekliyor. Arabadan indiğimde vücudum durağanlığa adapte olamıyor ve
bir süre daha sarsılmaya, titremeye devam ediyor. Joseph’ten dumanı tüten
havluyu alıyorum, elimi ve yüzümü siliyorum, mis gibi kokan meyve suyumu da
içtikten sonra derin bir nefes alıyorum; Nairobi’ye indiğimde aldığım nefesten
daha derin, ciğerlerimi yırtarcasına acıtan bir nefes. Afrika havasını tüm
hücrelerimde hissetmek istiyorum; Afrika’yı her zamankinden çok özlemişim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder