26 Ocak 2014 Pazar

Kuzey Işıklarının Peşinde – I / II



Yaşamın çelişkisi ölümle sonlanmasıdır. Ve yaşamın kendisi değildir aslında hoşa giden. Yaşadığını unuttuğun anların toplamıdır hayatının zirvesi; kendiliğinden, zorlamadan, zevk alarak yaşadığın anlar. Bir kurt ulumasıdır uzaklardan gelen, ya da göğü türlü renklere boyayan kuzey ışıkları. Kızakların karda çıkarttığı hışırtıya eşlik eden sağır edici sessizliktir, ya da kızak durur durmaz bunu sorgulayan köpeklerin çığlıkları…

“Sonsuz karanlık, ateş ve buz” diye tanımlar Dante cehennemi. Oysa kısa ve karanlık günler, ateş başı sohbetleri ve dondurucu soğuk hayatın ta kendisidir burada. Hayatta kalmak için uyum sağlamaktan fazlasıdır yaşam. Yaşadığını unutmak, rüyada gibi yaşamaktır Laponya…


Aptalca soru yoktur; sorulmayan sorular yüzünden yapılan aptalca hatalar vardır” diye söze giriyor Petri. Isınması için çalışır vaziyette bıraktığımız kar motorlarının önünde Petri’yi dinlerken açıkta kalan tek yerim olan gözlerimin ve burnumun donduğunu hissediyorum. Hava -17°C ve hafif kar yağışı var ama Laponya koşullarında hayatta kalabilmek için üstüm çok sıkı: termal içlikler, iki kat yün çorap, kargo pantolon, yün kazak, kafamda balaklava, ellerimde iki kat eldiven, hepsinin üzerine giydiğim bir kar tulumu, içi kürklü botlar ve kafamda kürklü şapka. Zaten çok soğuk olan havaya ek olarak bir de kar motorlarıyla dolaşıp rüzgâra maruz kalınacağı için çok sıkı giyinmek gerekiyor.

Laponya'da bulutlu bir gün // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0

Petri işini çok ciddi yapan bir rehber. Her sabah mutlaka güvenlik brifingi verip kar motoru tekniklerinin üzerinden geçiyor. Üçüncüye dinlediğim yarım saatlik eğitimin sonunda motorlara binebileceğimiz talimatı verilince büyük bir heyecan ve hevesle motoruma biniyorum. Vücudumun geri kalanı için pek faydası olmasa da motorun gidonu ısıtmalı ve en azından ellerimin donmasına mani oluyor. Her sabah olduğu gibi Petri öncelikle geniş ve dümdüz olan anayola çıkıp en önde yavaşça gidiyor. Az önce eğitim alanların motorlara alışması, diğer motorlarla haberleştikleri el işaretlerini pekiştirmesi yaklaşık 15 dakika alıyor ve Petri herkesin motorlara hâkim olduğuna ikna olunca dar bir orman yoluna girip tempoyu biraz arttırıyor. Kör edici beyazlık, devasa çam ağaçları ve muhteşem manzaralar eşliğinde seyrederken rüzgârın da etkisiyle içime işleyen soğuk üşütmek yerine adeta dinginlik veriyor. Hava o kadar temiz ve taze ki içime çektiğim her nefeste ciğerlerim yanıyor.

Yaklaşık bir saatin sonunda Petri herkesin motorlara alıştığına ikna olmuş olmalı ki çok dar, hafif engebeli bir patikaya giriyor ve hızı biraz arttırıyor. İşte şimdi gerçekten adrenalin pompalamaya başlıyor vücudum. Sağlı sollu sık ağaçların olduğu dar bir patikada hızla giderken karşımıza çıkan tümseklerde kızaklar yerden kesiliyor, midemde kelebekler dolaşıyormuş hissi çok kısa sürse de yüzümü güldürüp içimde daha hızlı gitme isteği uyandırıyor.

Kar motorlarıyla gezi // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0

Yüksek bir tempo yakalamış, yarıştaymışçasına dolaşırken Petri dur işareti yaparak yavaşlamaya başlıyor. Sırayla herkes arkasındakine dur işaretini gösteriyor ve kısa süre içerisinde sekiz motorluk grubumuz tamamen duruyor. Eliyle işaret ederek, takip ettiğimiz patikada yaklaşık 25 metre ileriyi gösteriyor Petri; beş bireylik bir ren geyiği grubu ağaçların arasında en sevdikleri yiyecek olan likenlerle besleniyor. Laponya’da ren geyiği hayatın her alanında çok önemli bir yer teşkil ediyor; ızgaradan yahniye her türlü geyik eti yemeği pişiriliyor, kürkünden kıyafet ve battaniye yapılıyor, kızaklara koşularak gücünden istifade ediliyor, boynuzundan çeşitli el aletleri ve ev eşyaları yapılıyor. Laponya’nın hemen her yerinde ren geyiği yetiştirilen çiftlikler olsa da ormanda o anda gördüklerimiz gibi yabani ren geyiklerine rastlamak her zaman mümkün. Beslenen geyikleri ürkütmeden bir süre seyrediyoruz ve hayvanlar ormanın derinliklerinde kaybolunca yolumuza devam ediyoruz.

Çiftlikte ren geyiği seven turistler // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0

Kar motorları ile gezmek o kadar keyifli ki kimsenin durmaya niyeti yok. Ancak öğlen oluyor ve bir şeyler atıştırmamız gerek. Daracık bir patikadan yokuş yukarı seyrediyoruz ve bir süre sonra patika motorlarla geçemeyeceğimiz kadar daralıyor. Petri “dur” işareti yapınca herkes duruyor. Motorları durdurup kasklarımızı çıkartıyoruz ve motorlardan iniyoruz; yola yürüyerek devam edeceğiz. Kış aylarında kuzey kutup bölgesinde yer alan Laponya’da günler çok kısa ve genelde güneş yüzünü pek göstermiyor. İçine daldığımız orman ise ağaç yoğunluğu yüzünden adeta gece gibi. Yokuş yukarı patikadan tek sıra yürürken sadece botlarımızın karda çıkarttığı gıcırtı ve nefesimizin sesini duyuyoruz. Dondurucu soğuk ve hareketi kısıtlayan kat kat kıyafete rağmen içimde sonsuz bir huzur hissediyorum.

Yoğun karda kolay yürümeyi sağlayan hedik // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0

Tertemiz ve taptaze havayı ciğerlerimize doldurarak yürüyoruz ve ufacık ahşap bir kulübeye geldiğimizde duruyoruz. Devlet tarafından yapılmış ancak halk tarafından sahip çıkılan ve kapısında kilit olmayan bu tarz kulübeler Laponya’da çok yaygın. Yürüyüş, kayak ve kar motoru parkurlarının belirli yerlerine yapılmış bu kulübelerde ateş yakılması için odun her daim mevcut. Ancak bu odunu devlet koymuyor. Koşulları son derece çetin olan Laponya’da kaybolan, sakatlanan veya çok üşüyerek bu kulübelere sığınacak ziyaretçiler düşünülerek, kendisinden sonra gelecek kişi odun bulacak durumda olmayabilir mantığıyla kulübeyi son kullanan kişi bırakıyor bu odunları. Petri içerideki odunlar ile ateş yakıyor, bacası hariç açık hiç bir yeri olmayan kulübe ısınırken yanında getirdiği çaydanlığa suyu doldurup kaynamaya bırakıyor.

Ahşap kulübe // Burak Doğansoysal (c)
Canon SX200 IS

Öğle yemeği menüsü çok zengin: Peynirli ve Finlandiya’ya özgü sucuklu sandviç, sıcak çikolata, çay ve kahve, çok tüketildiği için “Finlandiyalıların sebzesidir” diye esprisi yapılan sosis ve içeceğimize bandırarak yiyeceğimiz kıtır bir tatlı. İçeceklerimizi seçiyoruz, sandviçimizi ısınması için ateşin üzerindeki ızgaraya bırakıyoruz, çakıyla sivrilttiğimiz dal parçalarına sosislerimizi takıyoruz ve buz gibi Laponya’nın ortasında, ufak ama sıcacık bir kulübede bize ziyafet gibi gelen, aslında son derece basit öğle yemeğimizi yiyoruz.

Kulübede ateş başı keyfi // Burak Doğansoysal (c)
Canon SX200 IS

Yemeğin ardından biraz daha ısındıktan sonra civardan odun topluyoruz, kulübeyi bulduğumuz gibi bırakıp kapısını kapatıyoruz ve motorlarımızı bıraktığımız yere yokuş aşağı yürüyoruz. Kış aylarında günde sadece 3,5 – 4 saat güneş yüzü görebilen Laponya’da biz içerideyken hava tamamen kararmış. Ancak her yeri kaplayan karın sebep olduğu yansıma sayesinde etraf normalden biraz daha aydınlık.

Motorlarımıza ulaştıktan sonra kasklarımızı takıp Petri’ye hazırız sinyalini verip yola koyuluyoruz. Artık herkes motorlara son derece hâkim ve zor parkurlardan çok daha rahat ve hızlı geçerek dönüş yoluna koyuluyoruz. Son derece zevkli ve tempolu dönüş yolculuğunun ardından ziyaretçi merkezine geldiğimizde sıcacık bir bardak çay sipariş edip, üstümdeki katmanlardan birkaçını çıkartarak şömine başında günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorum. Çayımı yudumladıktan sonra şöminenin sıcaklığı ve odunların hipnotize eden çıtırtısı eşliğinde göz kapaklarım ağırlaşıyor.


Jack London romanlarında tasvir edilen bir sahnedeyim. Çadırıma birkaç metre uzakta yanan ateş, yanı başımda da yemeklerini yiyip arada birbirleriyle didişen köpekler. Köpeklerin çektiği kızağım bir köşede, taşıdığım yükler ise kızağın üzerinde duruyor. Yatmadan önce ısınmak için ateş başında çayımı yudumlarken birden gök alev alıyor; ama bu alev yeşil. Titriyor, dans ediyor, parlıyor, sönüyor yeşil alevler. Uyanıkken görülen bir rüya gibi büyülüyor beni kuzey ışıkları. Elbette bilimsel (*) bir açıklaması var kuzey ışıklarının. Ancak o anın büyüsüyle Fin mitolojisindeki açıklama daha akla yatkın geliyor. Evet; bu inanılması güç ve etkileyici manzaraya gökyüzünde dolaşırken kuyruğunu yıldızlara süren büyülü bir tilki sebep oluyor olabilir.


Kuzey ışıklarının dansına dalıp gitmişken bir el sarsıyor omzumu. Şömine başında ne kadar uyukladım bilmiyorum ama Petri beni uyandırıp yemeğin hazır olduğunu haber veriyor. Gördüğüm rüyanın etkisinden sıyrılmam birkaç dakikamı alıyor ve sonrasında yemek salonuna gidiyorum. Üç çeşit ev yapımı ekmek, ringa balığı filetosu ve tatlı salatalık turşusu eşliğinde ren geyiği eti, soğan ve patatesle yapılan yerel lezzet “Porokiusaus” yedikten sonra erkenden ahşap kulübeme çekiliyorum. Dışarısı zifiri karanlık, kulübemin içi sıcacık, banyonun yanındaki sauna ise tüm yorgunluğumu almak istercesine alev alev yanıyor. Konakladığım tesiste alarm sistemi var ve kuzey ışıkları görülürse derhal çanları çalıp alarm vereceklerini biliyorum. Sıcak bir sauna keyfinin ardından kuzey ışıkları hayali ve yarın köpeklerin çektiği kızakla yapacağım gezinin heyecanıyla uykuya dalıyorum…

Kızakları çeken "husky" cinsi köpek // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 24-105mm f4.0


(*) Kuzey Işıkları  (Aurora borealis): Güneşten kopan elektrik yüklü parçacıkların dünyanın atmosferine girerken manyetik alan yüzünden kutuplara yönelmesi ve atmosferdeki nitrojen ve oksijen molekülleriyle çarpışması sonucu gökyüzünde oluşan büyüleyici bir ışık gösterisi...

19 Ocak 2014 Pazar

Elsa'nın Hikayesi - III / III



Adamsonlar’ın bir senelik izni göz açıp kapatıncaya kadar geçmişti. Kenya’ya döndükten hemen sonra George Adamson eşine verdiği sözü tutarak derhal seyahat hazırlıklarına başladı. İngiltere’de geçirdikleri bir sene boyunca Joy neredeyse hiç yerinde duramamış, Elsa’yı aramak için çıkacakları seyahati iple çekmişti. Kamp malzemeleri ve erzaklar yüklendikten sonra yardımcılarıyla birlikte yola koyuldular.

Aslan ailesi // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Kamp alanını kurduklarında hava çok sıcaktı. Böyle havalarda önceki sene geçirdiği ağır sıtmanın etkisinden henüz yeni yeni kurtulan George çok bitkin düşüyordu. Joy bir an önce araziye çıkıp Elsa’yı aramak istese de yol yorgunu eşinin dinlenmesi gerektiğini biliyordu. Bir sene beklemişti, bir gün daha bekleyebilirdi. O gece Joy için geçmek bilmedi…

Adamsonlar sabah erkenden araziye çıktılar ve nereden başlayacaklarını bilemedikleri için ilk olarak Elsa’yı bıraktıkları bölgeye giderek O’nu son gördükleri kayalıklardan başladılar aramaya. Arazi çok büyüktü ve bu bölgede yaşayan çok sayıda aslan vardı. Ellerinden geldiği kadar büyük bir alanı taramaya çalışıyorlardı ama gördükleri onlarca aslandan hiç biri Elsa değildi. Arayışları günler sürdü ama Elsa’dan iz yoktu. Aradan bir sene geçtikten sonra Elsa vahşi doğaya adapte olmuş ve yaşıyor olsa bile onu bulabileceklerinin garantisi yoktu ve Joy bunun farkındaydı. Birkaç gün daha aradıktan sonra kampı toplayıp görev yerlerine dönmeleri gerekiyordu.

Yavru aslanlar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Bir gün sabahın ilk ışıklarından beri devam eden arayış gün batarken kamp alanında son bulduğunda Joy ve George çok yorgundular. Temizlenip kıyafetlerini değiştirmek için çadırlarına çekildikleri esnada dışarıdan gök gürültüsünü andıran bir kükreme geldi. George silahını aldı ve hemen dışarı fırladılar. Kamp alanına yaklaşık 20 metre uzaktaki kayalıkların üzerinde tüm ihtişamıyla erkek bir aslan duruyordu. Aslan son derece rahattı; sanki kamptakilerin kim olduğunu biliyordu ve onları selamlamaya gelmişti. Tam o sırada çalılıkların arasından çıkan aslanı gördüler ve Joy heyecanına engel olamayarak Elsa’nın ismini haykırdı. Aynı çatı altında üç senelerini geçirdikleri aslanı görür görmez tanımışlardı ama heyecanları bununla da kalmamıştı: Elsa’nın arkasında annelerini takip eden üç ufak yavru oyunlar oynayarak dolaşıyordu. Elsa adımlarını hızlandırdı ve eski günlerde olduğu gibi Joy’un kucağına atladı. Bu sahne karşısında sert kişiliği ve sağlam duruşuyla tanınan George Adamson’ın bile gözlerinden yaşlar akıyordu.

Erkek aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Elsa ve Joy kısa bir süre hasret giderdikten sonra kayalıklardaki aslanın ufak kükremelerle uzaklaştığını gördüler. Elsa için gitme vakti gelmişti. Joy, George ve yardımcılarına son bir kez sarılıp sürtündükten sonra bebeklerini peşine takarak çalıların arasında kayboldu Elsa. 

O gece kamp alanında çıt çıkmıyordu. Yemekler yenmiş, geri dönüş için hazırlık yapılmış, ateş başında sessizce oturuyorlardı. Herkesin yüzünde engel olamadıkları bir gülümseme, gözlerde ise geçmek bilmeyen yaşlar vardı.


Elsa’nın hikâyesi aslında bu ziyaretten sonra da devam ediyor ama maalesef mutlu sonla bitmiyor. Adamsonlar ile buluşmasından kısa bir süre sonra Elsa keneden geçen ve kedigilleri etkileyen bir parazit yüzünden hastalanıp ölüyor ve henüz yeterli olgunluğa erişmemiş yavruları için Adamsonlar yeniden kolları sıvıyor. Yavrular annelerinden avlanmayı tam öğrenemediği için bölgedeki yerlilerin kolay av olan sürülerine saldırıyorlar ve bu da yerliler ile aslan yavruları arasında çatışmaya yol açıyor. Yavrular gerekli ayarlamalar yapıldıktan sonra bir müddet kontrol altında tutuluyor, avlanabilecek olgunluğa eriştikten sonra Serengeti’ye naklediliyorlar. George Adamson’ın mecburen vurduğu bir aslanın hikayesi yıllar sonra büyük bir doğa koruma programına dönüşüyor.

Dişi aslan ve akbabalar // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Joy ve George Adamson Kenya’da görev yaptıkları esnada tatillerini geçirmek ve emekliliklerinde oturmak için Naivasha Gölü kenarında bir ev alıyorlar. İşte geçtiğimiz Kasım ayında bu evde kaldığımda Joy tarafından çizilmiş resimleri ve George tarafından çekilmiş fotoğrafları gördüğümde bu hikayeden çok etkilendim. Doğayı seven, özellikle aslanları doğal ortamında görmüş herkes için hikaye çok dokunaklı ve ilgi çekici ancak bir doğa koruma gönüllüsü olarak hikayenin devamı benim için daha önemli. Elsa’nın esaret altında büyütülüp daha sonra doğaya salınmasının ardından benzer bir uygulamanın annesiz kalan Elsa’nın yavruları için yapılması, ilerleyen yıllarda da yine Joy Adamson tarafından bir çita ve bir leoparın doğaya geri salınması günümüzdeki yaban hayat rehabilitasyon çalışmalarının temelini atıyor. Ancak Joy ve George Adamson öncelikle çocukların eğitimine ve bilinçlenmesine önem verdikleri için her şeyin başlangıcı olan Elsa’nın adını verdikleri bir doğa koruma fonu kuruyorlar: Elsa Conservation Trust (ECT).

ECT’nin amacı Kenya’da ve dünyanın diğer bölgelerinde eğitim programları yürüterek özellikle çocukların doğa ve doğa koruma konusunda bilinçlenmesini sağlamak, çocukları eğiten akademik personeli eğiterek çocuklar üzerinde etkisi olan öğretmenleri bilinçlendirmek ve çeşitli burslar vasıtasıyla özellikle arazi çalışmalarına, araştırmalara finansman sağlamak.

Masai Mara'da bir aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Önümüzdeki haftalarda Elsa Conservation Trust’ın ve dünyanın önde gelen farklı doğa koruma derneklerinin çalışmalarından detaylı olarak söz ederken yaklaşık iki senedir proje koordinatörlüğünü yürüttüğüm Dörtdivan Akbabaları Koruma Projesi’ne de değineceğim…


Av hazırlığında dişi bir aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

13 Ocak 2014 Pazartesi

Elsa'nın Hikayesi - II / III



Joy Adamson
o günden sonra tüm vaktini kedilere adamıştı. Big One üç yavrunun en irisi olduğu için fiziksel üstünlüğünü her fırsatta konuşturuyor, Lustica her türlü şaklabanlığı yaparak her zaman yaramazlıkları başlatan taraf oluyor, Elsa ise ufak tefek oluşunu zekası ve meraklı kişiliği ile telafi ediyordu. Joy üç kediyle de harika vakit geçiriyordu ancak Elsa ile arasında daha ilk günden özel bir bağ kurulmuştu.

Yavru aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 30d + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Adamsonlar’ın evinde yardımcılar olmasına rağmen aslan yavruları ile başa çıkmak oldukça zordu. Süt içip şöminenin önünde miskince uyudukları günler geride kalmış, artık et ağırlıklı diyetleri sayesinde oldukça irileşmişlerdi. Koşup oynamak için çok geniş alanları olmasına rağmen aslanlar en çok içinde büyüdükleri evde oynamayı seviyorlardı. Artık çok büyüdükleri için eve girmelerine müsaade edilmiyor ancak evin etrafında her türlü önlem alınmış olmasına rağmen aslanlar yakaladıkları her fırsatta içeri dalıyor ve evi talan ediyorlardı.

Yavru aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

George Adamson anneyi vurup yavruları eve getireli altı ay olmuştu. Yavru aslanlar çok büyümüş, Adamsonlar aslanların bakımı ve beslenmesi ile başa çıkamaz olmuştu. Milli parklar idaresinden de aslanların gönderilmesi yönünde bir uyarı gelince George Adamson istemeyerek de olsa seçenekleri değerlendirmeye başladı. Yavrular vahşi doğada büyümedikleri için doğada barınmaları imkânsızdı; Rotterdam Hayvanat Bahçesi’nden de talep gelince aslanların Hollanda’ya gönderilmesine karar verildi. Gerekli ayarlamalar yapıldı ve üç kardeş onları Hollanda’ya götürecek uçağa yüklenmek üzere kafesler içinde başkent Nairobi’ye getirildi. Joy Adamson hayatının en kötü günlerinden birini yaşıyordu; üç aslanı da çok seviyordu ama özellikle Elsa’nın yokluğuna dayanamayacağını hissediyordu. Sevdiği kadını bu kadar üzgün görmeye dayanamayan George Adamson son dakikada bir değişiklik yaptı ve eşine sürpriz yaparak Elsa’yı kardeşleriyle birlikte hayvanat bahçesine yollamadı. Gözlerinden yaşlar akarken karşısında Elsa’yı gören Joy daha şiddetli ağlamaya başladı; ancak bu defa gözlerinden dökülenler mutluluk gözyaşıydı.

Joy o günden sonra gittiği her yere Elsa’yı da götürdü. Nehir kenarında resim çizmeye gittiğinde Elsa da onunla geliyor, nehirdeki balıkları yakalamaya çalışıyor, su içmeye gelen antiloplarla ve fillerle oynamak istiyordu. Annesinden avlanmayı öğrenmediği için bu oyunlar Elsa için sadece eğlence amaçlı kovalamacalardan ibaretti. George Adamson’ın görevi gereği uzun seyahatlere çıktıklarında önde Land Rover jipleri, arkada Elsa için özel olarak kasasına kafes yapılmış kamyonet ile seyahat ediyorlardı. Özellikle Hint Okyanusu kıyısına yaptıkları seyahat Elsa için çok değişik bir deneyim olmuş, başlarda tuzlu sudan pek hoşlanmamış olsa da daha sonra sudan çıkmak bilmemişti.

Ağaca tırmanmış genç bir aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Elsa kardeşlerinden ayrılalı iki buçuk sene, Adamsonlar’la yaşamaya başlayalı üç sene olmuştu. Artık iyice irileşmiş, bölgedeki yabani hayvanlarla oyunları avlanmayı andırır şekle dönüşmüştü. Hayatı boyunca canlı av yemediği için ne yapacağını bilmiyordu ama artık zaman zaman kovaladığı hayvanları yakalayıp yere indirir olmuştu. Civardaki köylerden de homurtular yükselmeye başlamıştı; Elsa evcil ve yabani hayvan ayırımını bilmediği için bazen köylülerin keçileri ve sığırları ile de oynamak istiyor, bu da ister istemez evcil hayvanların yaralanması ya da ölmesi ile sonuçlanıyordu. Bir gün Elsa’nın büyük bir fil sürüsünün arasına dalması ve korkan fil sürüsünün koca bir köyü dümdüz ederek büyük zarara yol açması bardağı taşıran son damla olmuştu. Milli Parklar yetkilileri Adamsonlar’a son uyarılarını yaparak bir an önce Elsa’ya bir hayvanat bahçesi bulmaları talimatını verdi. George Adamson doğada tek başına barınma şansı olmayan Elsa için hayvanat bahçesinin en iyi çözüm olduğunu biliyor ama Joy’u bir türlü buna ikna edemiyordu. “Özgür doğdu, özgür yaşamalı” diyordu Joy.

Aslan ve fil // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Karar verilmişti; daha önce yapılmamış bir şey olsa da Elsa’ya nasıl avlanılacağını öğretmeye çalışıp onu doğaya salacaklardı. Kimse bu fikre pek ikna olmamıştı ancak Adamsonlar’a ek süre verildi.

İlk denemeler çok başarısızdı. Doğaya alışması için Elsa’nın geceyi dışarıda, vahşi doğada geçirmesi gerekiyordu ancak her seferinde yolunu bulup çiftliğe geri dönüyordu. Bölgeyi çok iyi bilen Elsa’nın doğaya alışması için başka bir bölgeye gitmeleri gerekiyordu ve bunun için gerekli izinleri alarak seyahat hazırlıklarına başladılar. 380 kilometrelik yol üç gün sürmüştü; Elsa’yı salmayı uygun buldukları bölgeye varır varmaz kamp kurdular ve Elsa’yı kamptan uzak bir bölgeye bıraktılar. Bu ilk gece Joy için dayanılmaz olmuştu; sağdan sola soldan sağa dönmekten bir dakika bile uyuyamamıştı. Günün ilk ışıkları ile birlikte yola koyuldular ve Elsa’yı bir gece önce bıraktıkları noktada korku içinde buldular. Elsa onları gördüğüne çok sevinmişti. Denemeler haftalarca devam etti. Elsa geceleri dışarıda geçirmeye alışıyordu ama avlanamadığı için doğada barınma şansı hiç yoktu. Elsa’nın yanına geceleri George’un avladığı antilobu ya da zebrayı bırakıyorlar, aç kalınca onu yiyerek yabani hayvanları yemeye alışmasını ümit ediyorlardı. Sancılı ve uzun bir süreçti ancak Elsa yavaş yavaş alışıyordu.

Avına kilitlenmiş bir aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 1dx + Canon 500mm f4.0 IS

Sıra Elsa’yı kabul edecek bir aslan grubu bulmaya gelmişti. İlk denemeler yine oldukça başarısızdı, vahşi doğada yaşayan aslanlar Elsa’yı kabul etmiyor, Elsa her seferinde yaralanıyordu. Yetkililerin verdiği ek süre bitmek üzereydi ve artık Adamsonlar’ın hiç ümidi kalmamıştı. George, Elsa’nın doğada barınamayacağına ikna olmuştu ancak Joy hayvanat bahçesinde demir parmaklıklar arasında yaşamasındansa Elsa’nın doğada şansını deneyip özgürce ölmesini tercih ediyordu.

Adamsonlar’ın bölgedeki son günleriydi ve yavaş yavaş kampı toparlayıp dönüş hazırlıkları yapmaya başlamışlardı. İşte o sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Elsa’nın kızışma dönemi gelmişti ve çiftleşmek üzere sürülerinden ayrılmış bir erkek ve bir dişi aslanla karşılaşmışlardı. Elsa bunun son denemesi olabileceğinin farkındaymış gibi Joy ve George’un yanından ayrılıp emin adımlarla kaderine doğru yol aldı; ya özgür ölecekti ya da özgür yaşamaya devam edecekti. Aslanlar Elsa’yı çok iyi karşılamadılar, oldukça çetin bir tanışma oldu ancak Elsa geri adım atmadı, pes etmedi ve aslanlarla altlı üstlü mücadele içinde gözden kayboldu. Joy müdahale etmemek için kendini zor tutuyordu ancak evden ayrılan yavrusunun özgürlüğüne kavuşmasını her şeyden çok istiyordu. Bir süre aslanların ardından bakakaldılar, daha sonra da kampa geri döndüler. Kampı toplayıp evlerine döndüklerinde George Adamson’ın bir senelik görev değişikliği zamanının geldiğini ve İngiltere’ye dönmeleri gerektiğini öğrendiler.

Aslan ve avı // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

George o gün Joy’a söz verdi; bir sene sonra Kenya’ya döndükleri gün Elsa’yı bıraktıkları bölgeye gelerek O’nu arayacaklardı. İkisi de Elsa’nın o ilk geceyi dahi çıkartabildiğinden emin değildi ama Elsa’nın vahşi doğada yaşıyor olma ihtimali bile içlerini ısıtmaya yetiyordu… 

Devamı haftaya...

Aslan ve avı // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

5 Ocak 2014 Pazar

Elsa'nın Hikayesi - I / III



George Adamson
için rutin bir görev olsa da etrafında heyecanla olayları anlatan yerliler çok tedirgindi. Görünen o ki Kenya’nın kuzeyindeki bölgede 1956 yılının başından beri terör estiren erkek aslan insanların huzurunu epeyce kaçırmıştı. Kenya Milli Parkları için çalışmaya başladığı 1938 senesinden beri Adamson’ın kaçak avcılar dışındaki en önemli görevi insanlara veya evcil hayvanlara saldıran aslanları avlayarak saf dışı bırakmaktı. Yerlilerin tarif ettiği iki insan boyundaki erkek aslanın yelesi anlatılanlara göre uzaktan bakıldığında güneş kadar büyük ve yuvarlak görünüyordu. Adamson her an aslana yem olma endişesiyle yaşayan yerlilerin anlattıklarının çok abartılı olduğunu bilse de hemen hazırlıklara başladı. İki yardımcısı ile birlikte bir haftalık erzak ve yeterince mühimmat ile iki gün sonra yola koyuldu.

Erkek aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Adamson’ın sorumlu olduğu kuzey Kenya’da büyük aslan grupları vardı ancak ormanlık ve kayalık arazi yüzünden iz takibi oldukça zordu. Yerlilerin tarif ettiği bölgede aramalara başlayan ekibin “insan avcısı” devasa erkek aslanın izini bulmaları tam üç günlerini aldı. Adamson çok tecrübeliydi ve tecrübeyle pekişen altıncı hissi dikkatli olmaları gerektiğini söylüyordu. Adamlarından tetikte olmalarını istedi. Birbirlerine 20 adım mesafe ile yan yana yürüyen avcılar önlerindeki kayalıkları yeni aşmışlardı ki çalıların arasından şimşek gibi fırlayan aslanı göremediler. Sessizliği yaran gürlemesi ile ortadaki adamını, üzerine atlayan aslandan korumak için refleks ile bir el ateş etti Adamson. Aslanı vurduğuna emindi zira aslanın saldırdığı adamı kurtulmuş, aslan ise inlemeye benzer bir ses çıkartmış ve arkasında kan izleri bırakarak çalılara dalmıştı.

Kenya'nın kuzey bölgesi içinde yer alan Samburu // Burak Doğansoysal (c)
Canon 30d + Canon 400mm f5.6

Aradıkları aslan bu değildi; Adamson’ın nefsi müdafaa ile vurduğu aslan dişiydi ama en az yerlilerin tarif ettiği kadar korkunç ve saldırgandı. Saldırıdan hafif yaralarla kurtulan avcıyı da yanlarına alarak izleri takip etmeye devam ettiler. Yaralı ve çaresiz bir aslanın avın hedefindeki erkek aslan kadar tehlikeli olacağını biliyorlardı ve bu yüzden maalesef başladıkları işi bitirmeleri gerekiyordu. Arkasında ayak izi ve tüy dışında kan izi de bıraktığı için avcılar aslanın saklandığı kayalıkları kolaylıkla buldurlar. Adamson temkinli bir şekilde kayalara yaklaştı ve silahının namlusunu kayaların arasından sokarak bir el ateş etti. Acı bir çığlığın ardından kayalardan fırlayan aslan Adamson’a saldırmak üzereydi ki arkada tetikte bekleyen avcı can havliyle son saldırısını yapan aslanı havada vurdu. Dişi aslan yeri titreten bir şiddetle Adamson’ın ayaklarının dibine düştüğünde çoktan ölmüştü. Avcılar derin bir nefes aldılar…

Erkek aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 500mm f4.0 IS

Adamları koşarak Adamson’ın yanına geldiklerinde aslan saldırısından kıl payı kurtularak hayatta kalmış bir adamın yüz ifadesi yerine son derece üzgün ve gözlerinden yaşlar akan bir adamla karşılaştıklarında çok şaşırdılar. Adamson aslanın yanına çökmüş boş gözlerle aslana bakarak kafasını okşuyordu. Görevi hayvanları korumak olan birinin mecburen öldürdüğü aslan için tuttuğu yastan fazlası vardı Adamson’ın bakışlarında. Neden sonra adamları da gördüler; avcılara saldıran aslanın memeleri uçlarından sızacak kadar süt doluydu. Cesur annenin saldırganlık sebebi aylarca karnında taşıyıp büyütmek için can attığı yavrularını koruma içgüdüsüydü.

Dişi aslan ve yavruları // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Sütten kesilmemiş yavruların anneleri olmadan hayatta kalma şansı olmadığı için derhal yerlileri de yanlarına alarak bir arama ekibi kurdular. Annenin yavruları saklayabileceği her taşın altına, her çalının dibine bakan ekip 2 gün sonunda kayaların arasındaki bir oyukta henüz sadece 1-2 haftalık, gözleri bile daha tam açılmamış 3 yavru buldular. Anneyi vurmanın hüznünü henüz üzerinden atamamış olan Adamson’ın içine yeniden umut dolmuş, yavruları da yanına alarak evinin yolunu tutmuştu.

Yavru aslan // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS

Adamson’ın Land Rover’ı aynı zamanda karargahı olan çiftliğin kapısından her zamankinden hızlı, tozu dumana katarak girdiğinde tüm çalışanlar ile birlikte büyük aşkı Joy da dışarı çıkmıştı. Kenya’da göreve başladıktan sonra tanışıp altı sene sonra da evlendiği Joy Adamson, botanik uzmanı, doğa koruma sevdalısı ve doğada gördüğü türleri resmeden iyi bir ressamdı. Heyecanla arabadan inip koşarak Joy’un yanına geldi George Adamson. Normalde safariden döner dönmez ilk işi Joy’u öpmek olurdu ama bu defa kolundan tutarak jipin yanına sürükledi sevgilisini. Joy arka koltukta ufacık çakır gözleriyle şaşkın şaşkın bakan üç yavru aslanı gördüğünde ellerini ağzına götürdü, nefesini tuttu ve belli belirsiz bir çığlık attı. Arka kapıyı açtı, aslanları kucağına aldı ve hemen oracıkta isimlerini koydu: Big One, Lustica ve Elsa…

Joy ve George Adamson’ın hayatları aslan yavruları çiftlik topraklarına ayak bastığı anda sonsuza dek değişmişti…

Devamı haftaya...

Dişi aslan ve yavruları // Burak Doğansoysal (c)
Canon 5d MkII + Canon 100-400mm f4.0 - 5.6 IS